Şehirlerin
anası,
Çilenin adının koyulduğu, mana bulduğu şehir,
Şayet
dile gelseydi taşı toprağı,
Kim
bilir, ne hüzünlü mısralar, ne gözyaşları akıtırdı sinesinden…
Sümeyye’nin
kanı,
Bilal’in
âhı,
Ammar’ın
çaresizliği,
Ebu
Zerr’in haykırışı,
Yasir’in
son nefesi,
Hamza’nın
şanı…
Hangi kuş
uçar pervasız?
Hangi
rüzgar eser apansız?
Hangi
bulut gözyaşı misali damlatmadan kumlarını?
Hangi kuş
geçer selamsız?
Uğrak
veren rüzgarlar şöyle bir durulur,
Sakinleşir,
bekler, düşünürcesine…
Alemler
Sultanı,
Gönülleri
nasiplenmemişlerin baskısıyla ayrılırken Mekke’den,
Şöyle bir
ardına dönüp Kabe’ye bakmıştı ya,
Ve
demişti ya; Sekiz yıllık sürecek bir hasretin diliyle:
“Mekke!
Sen benim için bütün dünyadan daha kıymetlisin.
Ama Senin
insanların beni bu diyarlardan çıkarıyor.”
İşte, o
ayrılık hüznünün hala acısını hisseder Mekke.
Veysel
Karani’nin, çaresiz dönüşünü soluklar Mekke.
Resulün
yokluğunda, yetim kalışın ne demek olduğunu iyi bilir Mekke.
Çünkü;
Ebrehe’nin
tehdidi dahi yaralamamıştı, Resulün yokluğu kadar Mekke’yi,
Hala ses
verir kayaları, günahsız kızların son çığlıklarını…
Ey Mekke!
Sana
gelen her yürek hisseder Resulün adımlarını,
Issız bir
gece de, cehaletin çöreklendiği cahiliyyeye nispet,
Hira
Nur’dan fışkıran nura şahid olmuştun,
Şahid
olmuştun,
Vahyin
endişelendirdiği Resulün korkusuna,
Varaka’nın
müjdesine,
Hatice’nin
teskinine, şahid
olmuştun,
Umutların son deminin yaşandığı bir anda,
Nübüvvet
güneşiyle yeniden ümitlenen yetimlere, günahsızlara, kimsesizlere…
Çölün
kavurucu sıcağına denk,
Cahiliyye
ateşiyle kavrulmuş yüreklere,
Mekke!
Rahmeti
Senin kadar var mıdır bekleyen?
Beklemenin
acısını Senin kadar bilen var mıdır alemde?
Doğum
sancısını mukaddes bilen, Senin kadar var mıdır?
Mekke!
Ne şanlısın
ki; Bağrın da büyüttüğün Nebî;
Rahmet
oldu,
Yağmur
oldu,
Ve Rahmet
misali kurumuş topraklara döndü,
Yaşadığın
13 senelik Resul özlemi, nasıl dağlamışsa kalbini,
Öyle
dağlıyor Mekke, yüreklerimizi.
Senin 13
senelik yetimliğini,
Biz 14
asırdır yaşıyoruz…
Mekke!
Her
dolunay çıktığında kaldırıyor başımızı,
Hep
Sevgiliye bakar gibi seyrediyoruz Nuru,
Tıpkı,
Kardeşin Medine’nin Hicrette baktığı gibi.
Ve
sesleniyoruz Nebi’ye:
“Ya Nebî!
Esmez
misin şu garib asra doğru?
Nursuz
bulutlar çöktü ufkumuza,
Bir gülü
ver bize,
Şefkat
dolu, teselli dolu,
Işık ol,
rehber ol karanlık yolumuza…
Densiz
elimiz ne kadar da aciz Seni yazmaktan.
Şu
günahkar dilin haddine mi Sen’den söz etmek.
Ne var
ki, küçük te olsa ümidim var Allah’tan,
Ümmetindenim
ya!
Hacet mi
gayrı laf etmek.
Nasıl,
yemyeşil bağlar, bahçeler, kırlar varken,
Gelip
şereflendirdiysen kızgın çöl kumlarını,
Ve dilin,
günahımıza bakmadan; “Ümmetîm!” derken,
Cürmümüze
bakma, Ya Nebî! Sal şefkat kollarını…
Ne garip,
kimsesiz kaldık, onca kalabalıkta,
Hangi yöne
baksak bir el bulamadık,
Yalnız
gezen alemler dolaşıyor ortalıkta,
Kaybettik
yönü, yelkenimize yel bulamadık,
Takvimler
günleri şaşırdı,
Yıllar
ayları,
Dumura
uğradı zaman, halsiz ve şaşkın,
Özü
gitti, tadı gitti kaybetti sayıları,
Mana ver ey Nebî!
Demandır Senin aşkın.
Yetimlik
değişti,
Artık
çocukları çoktan aştı,
Yetim
analar var,
Babalar
var,
Gençler
var artık,
Zulüm,
değil birkaç vatan,
Yedi
düveli aştı,
Sensizliğin
girdabında tarumar oldular…
Kutlu
Nebî!
Sen
bizden gideli asırlar oldu,
Yazık ki,
gözlerimiz Sana hasret kapanacak,
Umudun
yüzü beklemekten nasırla doldu,
Yüreğimizde,
bir tutam sıcaklığın kalacak.
Günahımızın
sıcaklığı soğumamış henüz,
Pervasızca
kapana kaldık şu kafeste,
Nasıl
bakarız ki Sana?
Soldu
yüzümüz,
Adını
soluyoruz Ya Nebî!
Her dem,
her nefeste…
Yetimlerin
her yerde,
Sesleri
çığlık çığlık,
Ortadoğu…
Dahası,
Selahaddin’in yurdu,
Bir buçuk
milyar mü’minin böğründe tıkandık,
Yıkıldık
Ya Nebî!
Küffar,
can evimizden vurdu…
Duman
aramaya ne hacet, alevler içindeyiz,
Söndür Ya
Nebî! Tıpkı cahiliyyedeki gibi,
Bunca
hengamenin içinde yüzüne hasretiz,
Ensar’ın
bitmez aşkıyla, Medine’deki gibi,
Hani,
çocuklar Seni görünce, gözleri parlardı ya;
Gözümüzün
nuru söndü Ya Nebî!
Işık ver,
Hicretinde
alev alev, vuslatı bekliyorlardı ya,
Bekliyoruz
Ya Nebî!
Nurunla,
aşkınla geliver…
Hayalimizde
olman,
Beklentilerimiz
de olman yetmiyor,
Bir
geliversen içimize, aşımıza, evimize,
Huzur
sal,
Aydınlık
sal,
Gayrısı
kar etmiyor.
Kayaboldu,
bir el ver şu nalan neslimize…
Çıkar
kavgasıyla tarumar oldu dünya,
Soluksuz
kalmış, gönlü püryan olmuş,
Tek dişi
kalmışlar, huzur getirecek güya,
Yok! Yok!
Ya Nebî! Mazi ve ati Sana tutulmuş…
Canan,
Canan
gözümüzün nuru,
Varlıkları
rahmet,
Ey
başlarımıza taç!
Alemlerin
sebebi,
Hayata
anlam veren kalplere yegane hikmet,
Aşkınla
eriyor,
Yoluna
akıyoruz, Ya Nebî!
Artık
kalk ve diril Mekke,
Dirilmek
vaktidir bu an,
Hasretin
vuslata döndüğü andır bu zaman,
Sevgililer
sevgilisi geliyor,
Seni Sen
yapa,
Çileyle
yoğrulmuş bağrına, Nübüvvet güneşi salan,
Kızgın
kumlarına yağmur,
Horlanmışların
umudu,
Yetimlere
şefkat elçisi,
İnsanlığa
rahmet geliyor,
Hz
Muhammed geliyor, s.a.v
Artık
saklanmak yok,
Artık
endişe yok,
Doğ Mekke,
Yıkılan
şehirlere doğ,
Senin
fethinle, fetholunsun yürekler,
Sende
bulsun rahmetini,
Sen de
bulsun vicdanı, yürekler…
Seninle
açılsın yıllardır kapalı gözler,
Seninle
işitsin, Gazze’nin çığlıklarını kulaklar,
Ey Mekke!
Senin
fethinle soluk bulsun göğüsler,
Fethinle
huzur bulsun, daralmış kalpler,
Ey Mekke!
Dinmez yaralara,
derman olsun gelişin,
Solusun
iman göğüsleri, Asrı Saadetin Nübüvvet iklimini,
Dayansın
Mekke!
Fethinin
hatırına yıkıldığında hesabını vermeyeceğimiz,
Ebreheler
tükenmez elbet,
Hamzaların
tükenmeyeceği gibi…
Ama
Mekke!
Tükenmiş
yüreklerin kirlettiği topraklar,
Kabe’nin
taşlarını yaşartıyor,
Ağlıyor
Gazze,
Ağlıyor
Kabe,
Ümmetin
hesabı kabarıyor Mekke…
Fethin,
Ümmete dokunuş olsun Mekke.
Fethin,
tarihe değil, hayatlara kazınsın Mekke…
Hayatlara
kazınsın…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder