Translate

9 Mayıs 2013 Perşembe

MEKKE



Şehirlerin anası,
Çilenin adının koyulduğu, mana bulduğu şehir,
Şayet dile gelseydi taşı toprağı,
Kim bilir, ne hüzünlü mısralar, ne gözyaşları akıtırdı sinesinden…
Sümeyye’nin kanı,
Bilal’in âhı,
Ammar’ın çaresizliği,
Ebu Zerr’in haykırışı,
Yasir’in son nefesi,
Hamza’nın şanı…

Hangi kuş uçar pervasız?
Hangi rüzgar eser apansız?
Hangi bulut gözyaşı misali damlatmadan kumlarını?
Hangi kuş geçer selamsız?
Uğrak veren rüzgarlar şöyle bir durulur,
Sakinleşir, bekler, düşünürcesine…

Alemler Sultanı,
Gönülleri nasiplenmemişlerin baskısıyla ayrılırken Mekke’den,
Şöyle bir ardına dönüp Kabe’ye bakmıştı ya,
Ve demişti ya; Sekiz yıllık sürecek bir hasretin diliyle:
“Mekke! Sen benim için bütün dünyadan daha kıymetlisin.
Ama Senin insanların beni bu diyarlardan çıkarıyor.”
İşte, o ayrılık hüznünün hala acısını hisseder Mekke.
Veysel Karani’nin, çaresiz dönüşünü soluklar Mekke.
Resulün yokluğunda, yetim kalışın ne demek olduğunu iyi bilir Mekke.
Çünkü;
Ebrehe’nin tehdidi dahi yaralamamıştı, Resulün yokluğu kadar Mekke’yi,
Hala ses verir kayaları, günahsız kızların son çığlıklarını…
Ey Mekke!
Sana gelen her yürek hisseder Resulün adımlarını,
Issız bir gece de, cehaletin çöreklendiği cahiliyyeye nispet,
Hira Nur’dan fışkıran nura şahid olmuştun,
Şahid olmuştun,
Vahyin endişelendirdiği Resulün korkusuna,
Varaka’nın müjdesine,
Hatice’nin teskinine, şahid olmuştun, 
Umutların son deminin yaşandığı bir anda,
Nübüvvet güneşiyle yeniden ümitlenen yetimlere, günahsızlara, kimsesizlere…
Çölün kavurucu sıcağına denk,
Cahiliyye ateşiyle kavrulmuş yüreklere,
Mekke!
Rahmeti Senin kadar var mıdır bekleyen?
Beklemenin acısını Senin kadar bilen var mıdır alemde?
Doğum sancısını mukaddes bilen, Senin kadar var mıdır?
Mekke!
Ne şanlısın ki; Bağrın da büyüttüğün Nebî;
Rahmet oldu,
Yağmur oldu,
Ve Rahmet misali kurumuş topraklara döndü,
Yaşadığın 13 senelik Resul özlemi, nasıl dağlamışsa kalbini,
Öyle dağlıyor Mekke, yüreklerimizi.
Senin 13 senelik yetimliğini,
Biz 14 asırdır yaşıyoruz…

Mekke!
Her dolunay çıktığında kaldırıyor başımızı,
Hep Sevgiliye bakar gibi seyrediyoruz Nuru,
Tıpkı, Kardeşin Medine’nin Hicrette baktığı gibi.
Ve sesleniyoruz Nebi’ye:
“Ya Nebî!
Esmez misin şu garib asra doğru?
Nursuz bulutlar çöktü ufkumuza,
Bir gülü ver bize,
Şefkat dolu, teselli dolu,
Işık ol, rehber ol karanlık yolumuza…
Densiz elimiz ne kadar da aciz Seni yazmaktan.
Şu günahkar dilin haddine mi Sen’den söz etmek.
Ne var ki, küçük te olsa ümidim var Allah’tan,
Ümmetindenim ya!
Hacet mi gayrı laf etmek.
Nasıl, yemyeşil bağlar, bahçeler, kırlar varken,
Gelip şereflendirdiysen kızgın çöl kumlarını,
Ve dilin, günahımıza bakmadan; “Ümmetîm!” derken,
Cürmümüze bakma, Ya  Nebî! Sal şefkat kollarını…

Ne garip, kimsesiz kaldık, onca kalabalıkta,
Hangi yöne baksak bir el bulamadık,
Yalnız gezen alemler dolaşıyor ortalıkta,
Kaybettik yönü, yelkenimize yel bulamadık,

Takvimler günleri şaşırdı,
Yıllar ayları,
Dumura uğradı zaman, halsiz ve şaşkın,
Özü gitti, tadı gitti kaybetti sayıları,
Mana ver ey Nebî! 
Demandır Senin aşkın.

Yetimlik değişti,
Artık çocukları çoktan aştı,
Yetim analar var,
Babalar var,
Gençler var artık,
Zulüm, değil birkaç vatan,
Yedi düveli aştı,
Sensizliğin girdabında tarumar oldular…

Kutlu Nebî!
Sen bizden gideli asırlar oldu,
Yazık ki, gözlerimiz Sana hasret kapanacak,
Umudun yüzü beklemekten nasırla doldu,
Yüreğimizde, bir tutam sıcaklığın kalacak.
Günahımızın sıcaklığı soğumamış henüz,
Pervasızca kapana kaldık şu kafeste,
Nasıl bakarız ki Sana?
Soldu yüzümüz,
Adını soluyoruz Ya Nebî!
Her dem, her nefeste…

Yetimlerin her yerde,
Sesleri çığlık çığlık,
Ortadoğu…
Dahası, Selahaddin’in yurdu,
Bir buçuk milyar mü’minin böğründe tıkandık,
Yıkıldık Ya Nebî!
Küffar, can evimizden vurdu…

Duman aramaya ne hacet, alevler içindeyiz,
Söndür Ya Nebî! Tıpkı cahiliyyedeki gibi,
Bunca hengamenin içinde yüzüne hasretiz,
Ensar’ın bitmez aşkıyla, Medine’deki gibi,

Hani, çocuklar Seni görünce, gözleri parlardı ya;
Gözümüzün nuru söndü Ya Nebî!
Işık ver,
Hicretinde alev alev, vuslatı bekliyorlardı ya,
Bekliyoruz Ya Nebî!
Nurunla, aşkınla geliver…

Hayalimizde olman,
Beklentilerimiz de olman yetmiyor,
Bir geliversen içimize, aşımıza, evimize,
Huzur sal,
Aydınlık sal,
Gayrısı kar etmiyor.
Kayaboldu, bir el ver şu nalan neslimize…

Çıkar kavgasıyla tarumar oldu dünya,
Soluksuz kalmış, gönlü püryan olmuş,
Tek dişi kalmışlar, huzur getirecek güya,
Yok! Yok! Ya Nebî! Mazi ve ati Sana tutulmuş…

Canan,
Canan gözümüzün nuru,
Varlıkları rahmet,
Ey başlarımıza taç!
Alemlerin sebebi,
Hayata anlam veren kalplere yegane hikmet,
Aşkınla eriyor,
Yoluna akıyoruz, Ya Nebî!

Artık kalk ve diril Mekke,
Dirilmek vaktidir bu an,
Hasretin vuslata döndüğü andır bu zaman,
Sevgililer sevgilisi geliyor,
Seni Sen yapa,
Çileyle yoğrulmuş bağrına, Nübüvvet güneşi salan,
Kızgın kumlarına yağmur,
Horlanmışların umudu,
Yetimlere şefkat elçisi,
İnsanlığa rahmet geliyor,
Hz Muhammed geliyor, s.a.v
Artık saklanmak yok,
Artık endişe yok,
Doğ Mekke,
Yıkılan şehirlere doğ,
Senin fethinle, fetholunsun yürekler,
Sende bulsun rahmetini,
Sen de bulsun vicdanı, yürekler…
Seninle açılsın yıllardır kapalı gözler,
Seninle işitsin, Gazze’nin çığlıklarını kulaklar,
Ey Mekke!
Senin fethinle soluk bulsun göğüsler,
Fethinle huzur bulsun, daralmış kalpler,
Ey Mekke!
Dinmez yaralara, derman olsun gelişin,
Solusun iman göğüsleri, Asrı Saadetin Nübüvvet iklimini,
Dayansın Mekke!
Fethinin hatırına yıkıldığında hesabını vermeyeceğimiz,
Ebreheler tükenmez elbet,
Hamzaların tükenmeyeceği gibi…

Ama Mekke!
Tükenmiş yüreklerin kirlettiği topraklar,
Kabe’nin taşlarını yaşartıyor,
Ağlıyor Gazze,
Ağlıyor Kabe,
Ümmetin hesabı kabarıyor Mekke…
Fethin, Ümmete dokunuş olsun Mekke.
Fethin, tarihe değil, hayatlara kazınsın Mekke…
Hayatlara kazınsın…

Hiç yorum yok: