Translate

16 Mayıs 2013 Perşembe

Regaib...



Bismillah...
‘Rağbetiniz, yönelişiniz sadece Rabbinize olsun…’ İnşirah - 8
Kıymetli ayın, kıymetli gecesi, kıymetli vakitteyiz…
Bu vakti kıymetlendiren Recep ayının ilk Cuma gecesi, 
Regaib vaktindeyiz…
Bu kıymetli geceyi fırsat bilerek,
Bu kutlu vakti referans alarak;
Her türlü arzu ve isteklerimizi, emel ve tutkularımızı Hakk’a ve hakikate;
Rağbetimizi Rabbimize yöneltmek ve tüm amellerimizi Allah’ın rızasına uydurma çabasındayız.
Bu vesileyle, bu vakitte;
Bellerimizi büken günahlarımızdan, ayıp ve kusurlarımızdan,
Bizleri esir alan, makam, servet ve şöhret prangalarından kurtulmayı umuyoruz.
Allah’ım!
Bizleri, ihsan ettiğin nimetler karşısında nankörlük edenlerden,
Lutfettiğin  bilgiyi hikmetsiz,
Verdiğin gücü adaletsiz, 
Bahşettiğin serveti infaksız kullananlardan etme…
Bu gecedeki Hamd ve Salavatlarımız Rabbımıza yönelişimize, 
Tevbe ve şükürlerimiz, dua ve amellerimiz affımıza vesile olsun...
Rağbetiniz sadece Hakk’a kulluk olsun,
Gecenizin akıbeti hayrolsun,
Allah’ın ayı Receb ayının ilk Cuması sizler için mübarek olsun.
Selam ve Dua
Hürmet ve muhabbetle efendim…

14 Mayıs 2013 Salı

DÜNDEN BUGÜNE AHVALİMİZ…


Dün, ideallerimiz vardı, hayallerimiz vardı,
Uğruna gece gündüz ter döktüğümüz bir davamız vardı.
Nerde bi mazlum varsa yanın da biz olurduk,
Nerde bi garip varsa, elini tutan el bizim elimiz olurdu.
Çaresizlik, bizler için aşılmaz bir yol değildi.
Yaşadıklarımız, bizleri hep bi adım öteye taşırdı.
Dillerimiz, adaletin olmadığını, paylaşımın adilce yapılmadığını haykırırdı,
Kalemlerimiz, statükonun baskısını ve zulmünü yazardı,
Ellerimiz, mazlumun göz yaşını silerdi acılarımızı dindirmek adına…
Tercihlerimizi dünyalık olarak değil, Ahiret hayatında da dünyalık yaptıklarımızın karşılığının olacağına inanarak yapardık.
Yeryüzüne bizim tarafımızdan, bizim gibi bakan insanların ortak idealleri, siyaseten bi yola girmek, adaletsiz bi dünya yerine Hakk’ın hakim olduğu bir dünya inşa etme ve mücadele azmimiz vardı.

Dün, bu kadar zengin değildik belki ama daha dindardık,
Bu kadar makam sahibi değildik ama daha muttakî idik,
Tasavvuf meclislerinde dinlenen sohbetlerin, yapılan zikirlerin bizlere verdiği ihlas ve takva paha biçilmezdi.
Dün, kibir ve gurur ayaklarımızın altındaydı.
Dün, ömrümüzde pek fazla bi eksikliğimiz yoktu.
İçimiz de boşluklar, aileler içerisinde huzursuzluklar bu denli değildi.
Dün de evimiz vardı içerisinde mutlu anların yaşandığı,
Alış verişlerimiz bu kadar çılgınca değildi ama yine de ötelemezdik alacaklarımızı.
Az kazanıp,  az yiyip çok mutlu olmayı becerebiliyorduk.
Dün, daha vicdanlı ve daha merhametli idik,
Daha mütevazı, daha samimi ve daha ihlaslı idik,
‘İnandığımız gibi yaşama’ arzumuz ve azmimiz daha bi yüksekti.
Dünya hayatında tek ölçümüz, Allah’ın kitabı Kur’an ve Peygamberimiz s.a.v Efendimizin hayatı idi.
Dün de kalanlar, yüreklerimize Ahiret hayatının, dünya hayatından daha kıymetli olduğu gerçeğini kazımıştı….

Ve bugün…
40 yıllık verilen mücadelenin neticesinde, makam-mevki, servet-şöhret sahibi olduk.
Dün ki iddiamız ve ideallerimiz, verilen mücadele, çekilen çileler, sadece dünya hayatı içinmiş meğer.

Bu gün, makam sahibi olduk verilen selama, kibir ve gururumuzdan ‘aleykümselam’ diyemez olduk,
Servetlerimiz, kasalarla paralarımız oldu, fakirin kapısına gidemedik, fakir ve gariplerin bizi bulmasını istedik,
Ulaştığımız şöhretimiz, dünümüzü unutturdu.
Şehvetimiz başımıza bela oldu...
Adaletli olacaktık, geçmişte yapılan adaletsizlikle yarışır olduk.
Rüşveti önleyecektik, ‘hayır yapıyoruz’  adıyla meşrulaştırmanın çabasında olduk.
Particilik yaptık, tarikatçılık yaptık, gurupçuluk yaptık,
Bizden olmayanı öteledik, örseledik.
Bırak Müslüman yerine koymayı, bizden olmayanı adam yerine koymadık.

Kibir ve gurur zehirledi bizi perişan etti.
Makamlarımız yolumuzu değiştirdi,
Servetlerimiz yönümüzü değiştirdi,
Şehvetlerimiz başımıza bela oldu.

Dün de kalan ideallerimizi terk ettik, hayallerimiz değişti.
Yolumuz, yönümüz değişti.
Yediklerimiz, giydiklerimiz ve bindiklerimiz değişti.
Evlerimiz, yuvalarımız değişti,
Gönüllerimizdeki arzularımız değişti.
Dün Uhrevi hayat için çalıştık, bu gün dünyevileştik.
Dünya hayatını, uhrevi hayata tercih ettik.
Biz dünya hayatını,’inandığımız gibi düşünür, düşündüğümüz gibi yaşardık’.
Bu gün aynı düşünsek bile ‘ötekiler’ gibi davranıyor, onlar gibi yaşıyoruz.
Hayatımızın meşruiyet sınırlarını kendimiz belirler olduk artık.
Küçük günahlarımızı görmeyerek, büyük günahlarımızı örter olduk.
Sadece günü yaşamak için gayretimiz oldu. Ahiret hayatını öteledik.
Birbirimizi sevemedik, giremedik yüreklere, gönüllerimizdeki sevgi kulelerini yıktık, sonra da cennete girmeye talip olduk.

Bir tufana kapıldık gidiyoruz.
Vicdanlar kararmış,
Merhamet, yürekleri terk etmiş,
Samimiyetler kaybolmuş, herkes kendi dünyasında kendi putlarıyla yaşıyor.
Herkes bir başkasını kendi alanını daraltacak düşman misali görüyor artık…

Gel ya Ömer ra…
Sana asrımızın o kadar ihtiyacı var ki…
Gel ki, gönüllerimiz yeniden abdest alsın adaletinle, yeniden öze hicret başlasın…
Başımıza tayin edeceğin Vali’nin adaletine o kadar çok muhtacız ki…

14 Mayıs 2013
mus@bhy

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Mehmet Şevket Eygi - Din Sömürüsü ve Kadın Satmak


İSTER Ehl-i bid’at, isterse Ehl-i Sünnet mensubu olsun, din sömürüsü ve mukaddesat bezirganlığı yapmak, Allahın ayetlerini ucuza veya pahalıya satmak, karı satmaktan daha alçakça ve daha çirkin bir günahtır.
Din sömürüsü, mukaddesat bezirganlığı nedir?
Cami imamlığı yapıyor, buna karşılık laik devletten maaş alıyor, bu bir sömürü müdür?.. Hâşâ!.. Müteehhirîn uleması imamlık, vaizlik, müftülük, kadılık, müezzinlik, müderrislik yapan kimselerin, geçimlerini sağlamak için ücret ve maaş alınmasına, ihlasla hizmet etmeleri şartıyla fetva ve ruhsat vermiştir. Vazifelerini ve hizmetlerini hakkıyla yapmaları şartıyla elbette ücret alabilirler. Vazifelerini hakkıyla yapmasalar bile aldıkları maaş din sömürüsü, binaenaleyh karı satmaktan daha alçakça bir iş olmaz.
Adam aktör, kendisini dindar gösteriyor ve hizmet perdesi ardında zengin oluyor. Bunun durumu elbette normal ve tabiî değildir.
Adam, Müslümanları kalkındıracağım diye ortaya çıkıyor, saf dindarlardan para-sermaye topluyor yeşil holding kuruyor ve sonra holding acayip, esrarengiz, garip, şüpheli şekilde batıyor. Hisse alanlar birer bardak soğuk su içiyor, bizimkinin kara ve kirli gizli hesapları var…
Para toplamış, holding kurmuş ama kendi suçu olmadan iflas etmiş. Bu kişi karı satan gibi değildir.
Evet tekrar ediyorum: İster Ehl-i bid’atten, isterse Ehl-i Sünnetten olsun, din istismarı, din istihdamı, din sömürüsü yaparak zengin olanlar karı satanlardan daha alçaktır.
Faydalı kitaplar telif ve tanzim etmiş veya tercüme yapmış. Bundan bir miktar telif-tercüme ücreti almış… Bu da din sömürüsü değildir. Şayet iyi niyetle, ihlasla yapmışsa ecir alabilir. Lakin ehliyeti yok, liyakati yok, biraz Arapça bilerek, yarım yamalak din kültürüne sahip olarak, yalan yanlış, paldır küldür, içlerinde vahim hatâlar yer alan sözde din kitapları hazırlıyor, yayınlıyor ve bundan epey para vurup zengin oluyor… Buna ne demeli?
Bütün İslamcılar şu anlatacağım gibi değil ama şu ariviste bakınız: Hizmet hayatına fakir, malsız mülksüz başlamış, kısa zamanda alavere dalavere köşeyi dönmüş, Karun gibi zengin olmuş. Helal ticaret, sanayi işleri, hizmetler yapmamış… Bu adam bir sömürücü müdür, değil midir?
Nereye otoyol, köprü, yeni şehir yapılacağını önceden gayr-i meşru şekilde öğrenmiş, ortada fol yumarta yokken çok ucuza büyük miktarda arazi satın almış ve bilahare bunları yüz katına değerlendirmiş. Bu kişiye siz ne diyorsunuz?
Bir kâfir, bir münafık, bir mürted, bir ahlaksız ihalelere fesat karıştırabilir, rüşvet alabilir ama Allahtan korkan, dini bütün, samimî ve ihlaslı, doğru ve dürüst bir Müslüman böyle şeyler yapabilir mi?
Kur’anda “Allah ribayı haram kılmış, ticareti helal kılmıştır” buyruluyor. Türkiye Darülharb de olsa, Müslümanlar kendi aralarında riba muameleleri yapabilir mi?
Soruyorum: Kur’ana, Sünnete, Şeriata, İslam hikmet ve ahlakına aykırı şekilde kadınları kapalı açıklar haline getiren şu rüküş sözde tesettür ticareti helal midir, haram mıdır?
Müslümanları aldatarak yanıltarak kazanılan paralar, elde edilen zenginlikler işin içinde dinî duyguları istismar faktörü varsa kat kat haram olmaz mı?
Bid’atçi ve sapık bir Müslüman ama dosdoğru bir insan. Para ve madde konusunda vurgun yapmıyor… Yanılmış, yanlış işler yapıyor ama samimiyetle… Bu kişi elbette yanlış işler yapmaktadır ama karı satmaktan âdi din sömürüsü yapmamaktadır.
Sünnî geçiniyor, dini istihdam ve istismar ederek haram ve şüpheli yollarla malı götürüyor. İşte onunkisi din istismarıdır.
Bugün bid’at camiasında ve Sünnî kesimde din sömürüsü yapanlar var mıdır, yok mudur? Cevabı siz veriniz.
İhlaslı, ahlaklı, samimî bir Müslüman; islamî, imanî, Kur’anî hizmetler yaparken, geçimini sağlamak için maaş ve ücret alabilir ama İslamın kutsallarını ticarîleştirerek zenginleşemez.
İman, İslam, Kur’an, Sünnet, Şeriat, mukaddesat şahsî ticaretlere, prestijlere ve zenginliklere alet edilemez. Sahih-i Müslim’in 1905 numaralı hadîsinde üç kişiden bahs ediliyor. Bunların biri savaşırken canını veren bir mücahid; ikincisi ilim öğrenen, ilim öğreten, Kur’an okuyan bir alim; üçüncüsü malını dağıtan, hayır hasenat yapan bir zengindir. Bunların üçünün de yüzleri üzerine sürüklenerek Cehenneme atılacaklarını Resul-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimiz haber veriyor Bunlar niçin Cehenneme atılmışlar?
Şehid kimse, Allah rızası için ihlasla değil, halk kendisini için “Bu ne yaman yiğit bir savaşçı imiş..” desinler diye kahramanca çarpışıp ölmüştü,
Âlim kişi, ilmi Allah rızası için ihlasla öğrenmemiş ve öğretmemiş, halkın kendisi için “Bu ne büyük alimmiş…” demesi için ilimle meşgul olmuştu,
Çok hayırlar yapan zengin ise, bunları Allah rızası için değil, halk kendisi hakkında “Yahu bu ne hayırsever zengin” desin diye yapmıştı.
Evet yüksek sesle bağırarak tekrar ediyorum: Din sömürüsü yapmak, karı satmaktan daha âdidir.


11.05.2013

10 Mayıs 2013 Cuma

Hz Ömer ra'nın Valisi, Said b. Amir ra


Saîd bin Âmir hazretleri, Yermük savaşından sonra Abbâs bin Ganem'den boşalan Humus vâliliğine ta'yîn edildi. Vâli olmayı pek istemiyordu, ancak Hz. Ömer'in emrine itâ'at ederek Humus'a geldi. Vâliliği zamanında çok dikkatli ve âdil hareket eden Hz. Saîd, son derece fakir bir hayat yaşadı.

Rüşvet alan Cehennemdedir

Herkes bu hayatına şaşırıp, hayret ediyordu. Hz. Ömer, Şam'a teşrif ettiği zaman oradan Humus'a geçti. Humus'ta fakirlerin bir listesinin çıkarılmasını isteyen Hz. Ömer, fakirlerin içerisinde Saîd bin Âmir hazretlerinin ismini görünce çok şaşırdı. Listeyi hazırlayanlara sordu:
- Saîd bin Âmir'i niçin listeye yazdınız?
- Vâlimiz fakirdir, devamlı "Rüşvet alan da veren de Cehennemdedir" hadîs-i şerîfini okur ve en küçük bir hediyeyi dahî kabûl etmez.
Hz. Ömer, Saîd bin Âmir'e bin dirhem tahsis etti. Hz. Saîd, bin dirhem ile hanımına geldi ve dedi ki:
- Hz. Ömer bize şu gördüğün bin dirhemi göndermiş.
- Ondan bir miktar parayla yiyecek ve katık alıp, kalanını saklayalım, ileride lâzım olur.
Saîd hazretleri hanımına şöyle dedi:
- Ben bundan çok daha iyisini sana söyleyeyim mi? Biz bu malı çok iyi bir şekilde kullanacak, işletecek bir kimseye ortaklığa verelim. Onun kâr ve gelirinden de yeriz.
Hanımı, razı oldu:
- Peki, öyle olsun.
Saîd bin Âmir hazretleri bu parayla yiyecekler, iki deve, iki köle satın aldı. Köleleri azâd ederek hürriyetine kavuşturdu. Aldıklarını Humus'taki fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıttı. Kendine çok az birşey dışında birşey kalmadı. Bir müddet sonra hanımı kendisine dedi ki:
- Malı ortaklığa verdiğin kimseden paranın kârını al ve onunla şunları şunları satın al.
Saîd hazretleri sustu. Ertesi gün evine döndüğü zaman istedikleri şey olmayınca hanımı aynı istekleri yine tekrarladı. Saîd hazretleri yine sustu. Birgün sonra hanımı hâlleri ve sözleri ile Hz. Saîd'i çok üzdü. Saîd hazretleri ertesi gün eve hiç gelmedi. Akrabalarından birisi hanımına gelerek dedi ki:
- Sana ne oluyor ki kocana eziyet ediyorsun. O malının tamamını fakirlere dağıttı.

Hayırları terkedemem
Kadın üzüldü ve ağladı. Sonra Saîd hazretleri geldi ve şöyle buyurdu:
- Allahü teâlânın râzı olduğu birşey, dünya ve dünyanın içindeki her şeyden daha kıymetlidir. Eğer Allahü teâlânın râzı olduğu iyilik, hayırlardan birisi gökyüzüne lâmba gibi asılsaydı, onun nûru, yeryüzünü aydınlatır ve onun parlaklığı yanında güneş sönük kalırdı.
İşte seni bu iyilikler için terkeder, senden ayrılırım. Fakat senin için bu hayırları ve iyilikleri terkedemem. Her hal üzere hayır ve hasenat yaparım...
Fakirlik ve sıkıntı içinde olduğu hâlde, parayı kendisi için harcamadığını soranlara şöyle buyurdu:
- Resûl aleyhisselâmdan işittim buyurdular ki:
Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beşyüz sene önce Cennete girerler. Zenginlerden biri kendini onların arasına atar ve Cennete girmek ister. Melek onun elini tutar, fakirler arasından çıkarır ve, "bekle, henüz senin Cennete girme zamanın gelmedi" der. Beşyüz sene onu kıyâmetin kızgın sıcağında hesap yerinde tutarlar. Malının hesâbını verir, sonra Cennete girer.
Hz. Ömer zamanında, Humus vâlisi olan, Saîd bin Âmir, Müslüman, gayrı müslim herkes tarafından çok sevilirdi.
Hz. Ömer, Saîd bin Âmir hazretlerinin, herkes tarafından çok sevilen bir kimse olduğunu öğrenince Humuslulardan bir cemâ'ata sordu:
- Peki vâlinin hiç kusuru yok mudur?
Onlar da ba'zı kusurları olduğunu söyleyip dört tanesini zikrettiler. Bunun üzerine Hz. Ömer, Saîd hazretlerini hemen Medîne-i Münevvereye çağırdı ve aralarında şu konuşma geçti:
Aslı nedir?
- Yâ Saîd, senin ba'zı kusurların varmış. Bunların aslı nedir?
- Bunlar neymiş, ya Ömer?
- Vazîfene sabah namazından hemen sonra değil, kuşluk vakti geliyormuşsun. Geceleri insanlar içerisine hiç çıkmaz, görünmezmişsin. Haftada bir gün evine çekilir hiç kimseyi kabûl etmezmişsin. Eshâb-ı kirâmdan, Hubeyb hazretlerinin şehîd edildiği söylenince bayılıyor, kendinden geçiyormuşsun.
Bunun üzerine Hz. Saîd, şu cevâbı verdi:
- Yâ Emir-el mü'minin! Anlatılanlar doğru. Şimdi bunları sana izâh edeyim:
1- Vazîfeme ancak kuşluk vakti, gelebiliyorum. Çünkü hanımım hastadır. Evde bütün hizmetleri kendim yapıyorum. Hamur yoğurur, ondan ekmek yapar, pişirir, abdest alır öyle çıkarım. Geç kalışım bundandır.
2- Geceleri insanların içerisinde görünmeyişimin sebebi; gündüzleri halkın hizmetleriyle meşgul olurum. Geceleri de Allahü teâlâya hizmet ve kulluk için ayırdım. Böylece gündüzleri yaptığım işlerin, verdiğim hükümlerin muhâsebesini yapar, yanlış kararlarım varsa düzeltirim.
3- Haftada bir gün evime çekilip hiç kimse ile görüşmememin sebebi, başka giyecek elbisem olmadığından, yıkadığım elbiselerim kuruyuncaya kadar kimseyi kabûl edemiyorum.
4- Hubeyb hazretlerinin şehâdetini hatırlayınca bayılmamın sebebi anlatılacak şey değildir. Çünkü Mekke müşrikleri Hubeyb hazretlerini asarlarken yanlarında idim. Belki mâni olabilirdim, fakat o zaman henüz îmân etmemiştim. Seyirci kaldım. Onun gösterdiği cesâret ve celâdeti hatırladıkça, ne kadar kuvvetli bir îmâna sahip olduğunu daha iyi anlıyorum. Niçin mâni olmadım diye üzüntümden bayılıyorum.
Bunun üzerine Hz. Ömer:
- Yâ Saîd, Allahü teâlânın korkusu seni ne kadar yüceltmiş, millete faydalı hâle getirmiş, dedi ve gözyaşı döküp ağladı.

Vâlilikten affet
Sonra, Saîd bin Âmir Hz. Ömer'den ricâ etti:
- Yâ Ömer, bundan sonra beni vâlilikten affet.
Hz. Ömer bunu kabûl etmeyip yine vâli olarak bırakmıştır.
Hz. Saîd bin Âmir, İslâmın koruması ve emniyeti altında bulunan gayrı müslimlere karşı yumuşak davranır ve çok ilgi gösterirdi.
Şam'daki zimmîler onun bu yüksek tavrından çok memnun idiler. Bir defa Hz. Ömer, onun zimmîler tarafından çok sevildiğini haber aldı ve oradakilere sordu:
- Neden ahâli bu kadar ona muhabbet gösteriyorlar?
- O, halkın dert ortağıdır da ondan.
Hz.Ömer bu duruma sevindi ve memnuniyetini belli etti.
Saîd bin Âmir, muhâcir olan Eshâb-ı kirâmdan olup, Hayber'in fethinden önce Müslüman oldu. 641yılında Rakka'da vefât etti.

9 Mayıs 2013 Perşembe

Üç Aylar... -dua-


Büyük bir imkan ve fırsat mevsiminin;
Rahmet, bereket ve mağfiret iklimi, Üç ayların arefesindeyiz…
Sonu, Mağfiretin tecelli edeceği, Ramazan ayı ile biten,
Feyizli ve bereketli bir affedilme  mevsiminin başındayız.
Bu kıymetli vakitler,
Dizginlenemeyen nefsî arzularımıza gem vurmamıza,
Vazgeçilmez tutkularımızı terketmemize,
Makam, servet ve şöhretlerimizin esaretinden kurtulmamıza,
Bellerimizi orta yerden büken günahlarımızın ağırlığından kurtulmamıza vesile olsun..
Ayıplarımızı – kusurlarımızı,
Çirkinliklerimizi – kötülüklerimizi,
Günahlarımızı – hatalarımızı terkedip,
Kusurlarımızı – mazaretlerimizi yeniden gözden geçirerek,
Yolumuzu – yönümüzü yeniden Rabbımıza dönerek,
Bu kutlu vakitleri fırsat bilip,
Üç ayların her anında, her gününde, her ayında yeryüzüne inecek Rahmetten eksiksiz nasiplenmek istiyoruz Ya Rabbî!
Allah’ım!
Görüyoruz ki, günah zincirlerimiz bizi çökertti,
Çirkin ve boş emellerimiz bizi Senden uzaklaştırdı,
Dünya yurdu bizi aldattı,
Gururumuz ve kibrimiz yüreklerimizi katılaştırdı,
İsmet perdesini yırtan günahlarımızı affet.
Ümitsizliğe sebep olan günahlarımızı affet.
Nimetlerini değiştiren hatalarımızı affet.
Dualarımızın kabulünü engelleyen, belalar getiren,
İşlediğimiz tüm günahları ve yaptığımız tüm hataları affet.
Gecenizin akıbeti hayrolsun,
Allah’ın ayı, Recep ayının Rahmeti üzerinize olsun.
Üç aylar ve Cumanız, siz ve sevdikleriniz için mübarek olsun vesselam…

MEKKE



Şehirlerin anası,
Çilenin adının koyulduğu, mana bulduğu şehir,
Şayet dile gelseydi taşı toprağı,
Kim bilir, ne hüzünlü mısralar, ne gözyaşları akıtırdı sinesinden…
Sümeyye’nin kanı,
Bilal’in âhı,
Ammar’ın çaresizliği,
Ebu Zerr’in haykırışı,
Yasir’in son nefesi,
Hamza’nın şanı…

Hangi kuş uçar pervasız?
Hangi rüzgar eser apansız?
Hangi bulut gözyaşı misali damlatmadan kumlarını?
Hangi kuş geçer selamsız?
Uğrak veren rüzgarlar şöyle bir durulur,
Sakinleşir, bekler, düşünürcesine…

Alemler Sultanı,
Gönülleri nasiplenmemişlerin baskısıyla ayrılırken Mekke’den,
Şöyle bir ardına dönüp Kabe’ye bakmıştı ya,
Ve demişti ya; Sekiz yıllık sürecek bir hasretin diliyle:
“Mekke! Sen benim için bütün dünyadan daha kıymetlisin.
Ama Senin insanların beni bu diyarlardan çıkarıyor.”
İşte, o ayrılık hüznünün hala acısını hisseder Mekke.
Veysel Karani’nin, çaresiz dönüşünü soluklar Mekke.
Resulün yokluğunda, yetim kalışın ne demek olduğunu iyi bilir Mekke.
Çünkü;
Ebrehe’nin tehdidi dahi yaralamamıştı, Resulün yokluğu kadar Mekke’yi,
Hala ses verir kayaları, günahsız kızların son çığlıklarını…
Ey Mekke!
Sana gelen her yürek hisseder Resulün adımlarını,
Issız bir gece de, cehaletin çöreklendiği cahiliyyeye nispet,
Hira Nur’dan fışkıran nura şahid olmuştun,
Şahid olmuştun,
Vahyin endişelendirdiği Resulün korkusuna,
Varaka’nın müjdesine,
Hatice’nin teskinine, şahid olmuştun, 
Umutların son deminin yaşandığı bir anda,
Nübüvvet güneşiyle yeniden ümitlenen yetimlere, günahsızlara, kimsesizlere…
Çölün kavurucu sıcağına denk,
Cahiliyye ateşiyle kavrulmuş yüreklere,
Mekke!
Rahmeti Senin kadar var mıdır bekleyen?
Beklemenin acısını Senin kadar bilen var mıdır alemde?
Doğum sancısını mukaddes bilen, Senin kadar var mıdır?
Mekke!
Ne şanlısın ki; Bağrın da büyüttüğün Nebî;
Rahmet oldu,
Yağmur oldu,
Ve Rahmet misali kurumuş topraklara döndü,
Yaşadığın 13 senelik Resul özlemi, nasıl dağlamışsa kalbini,
Öyle dağlıyor Mekke, yüreklerimizi.
Senin 13 senelik yetimliğini,
Biz 14 asırdır yaşıyoruz…

Mekke!
Her dolunay çıktığında kaldırıyor başımızı,
Hep Sevgiliye bakar gibi seyrediyoruz Nuru,
Tıpkı, Kardeşin Medine’nin Hicrette baktığı gibi.
Ve sesleniyoruz Nebi’ye:
“Ya Nebî!
Esmez misin şu garib asra doğru?
Nursuz bulutlar çöktü ufkumuza,
Bir gülü ver bize,
Şefkat dolu, teselli dolu,
Işık ol, rehber ol karanlık yolumuza…
Densiz elimiz ne kadar da aciz Seni yazmaktan.
Şu günahkar dilin haddine mi Sen’den söz etmek.
Ne var ki, küçük te olsa ümidim var Allah’tan,
Ümmetindenim ya!
Hacet mi gayrı laf etmek.
Nasıl, yemyeşil bağlar, bahçeler, kırlar varken,
Gelip şereflendirdiysen kızgın çöl kumlarını,
Ve dilin, günahımıza bakmadan; “Ümmetîm!” derken,
Cürmümüze bakma, Ya  Nebî! Sal şefkat kollarını…

Ne garip, kimsesiz kaldık, onca kalabalıkta,
Hangi yöne baksak bir el bulamadık,
Yalnız gezen alemler dolaşıyor ortalıkta,
Kaybettik yönü, yelkenimize yel bulamadık,

Takvimler günleri şaşırdı,
Yıllar ayları,
Dumura uğradı zaman, halsiz ve şaşkın,
Özü gitti, tadı gitti kaybetti sayıları,
Mana ver ey Nebî! 
Demandır Senin aşkın.

Yetimlik değişti,
Artık çocukları çoktan aştı,
Yetim analar var,
Babalar var,
Gençler var artık,
Zulüm, değil birkaç vatan,
Yedi düveli aştı,
Sensizliğin girdabında tarumar oldular…

Kutlu Nebî!
Sen bizden gideli asırlar oldu,
Yazık ki, gözlerimiz Sana hasret kapanacak,
Umudun yüzü beklemekten nasırla doldu,
Yüreğimizde, bir tutam sıcaklığın kalacak.
Günahımızın sıcaklığı soğumamış henüz,
Pervasızca kapana kaldık şu kafeste,
Nasıl bakarız ki Sana?
Soldu yüzümüz,
Adını soluyoruz Ya Nebî!
Her dem, her nefeste…

Yetimlerin her yerde,
Sesleri çığlık çığlık,
Ortadoğu…
Dahası, Selahaddin’in yurdu,
Bir buçuk milyar mü’minin böğründe tıkandık,
Yıkıldık Ya Nebî!
Küffar, can evimizden vurdu…

Duman aramaya ne hacet, alevler içindeyiz,
Söndür Ya Nebî! Tıpkı cahiliyyedeki gibi,
Bunca hengamenin içinde yüzüne hasretiz,
Ensar’ın bitmez aşkıyla, Medine’deki gibi,

Hani, çocuklar Seni görünce, gözleri parlardı ya;
Gözümüzün nuru söndü Ya Nebî!
Işık ver,
Hicretinde alev alev, vuslatı bekliyorlardı ya,
Bekliyoruz Ya Nebî!
Nurunla, aşkınla geliver…

Hayalimizde olman,
Beklentilerimiz de olman yetmiyor,
Bir geliversen içimize, aşımıza, evimize,
Huzur sal,
Aydınlık sal,
Gayrısı kar etmiyor.
Kayaboldu, bir el ver şu nalan neslimize…

Çıkar kavgasıyla tarumar oldu dünya,
Soluksuz kalmış, gönlü püryan olmuş,
Tek dişi kalmışlar, huzur getirecek güya,
Yok! Yok! Ya Nebî! Mazi ve ati Sana tutulmuş…

Canan,
Canan gözümüzün nuru,
Varlıkları rahmet,
Ey başlarımıza taç!
Alemlerin sebebi,
Hayata anlam veren kalplere yegane hikmet,
Aşkınla eriyor,
Yoluna akıyoruz, Ya Nebî!

Artık kalk ve diril Mekke,
Dirilmek vaktidir bu an,
Hasretin vuslata döndüğü andır bu zaman,
Sevgililer sevgilisi geliyor,
Seni Sen yapa,
Çileyle yoğrulmuş bağrına, Nübüvvet güneşi salan,
Kızgın kumlarına yağmur,
Horlanmışların umudu,
Yetimlere şefkat elçisi,
İnsanlığa rahmet geliyor,
Hz Muhammed geliyor, s.a.v
Artık saklanmak yok,
Artık endişe yok,
Doğ Mekke,
Yıkılan şehirlere doğ,
Senin fethinle, fetholunsun yürekler,
Sende bulsun rahmetini,
Sen de bulsun vicdanı, yürekler…
Seninle açılsın yıllardır kapalı gözler,
Seninle işitsin, Gazze’nin çığlıklarını kulaklar,
Ey Mekke!
Senin fethinle soluk bulsun göğüsler,
Fethinle huzur bulsun, daralmış kalpler,
Ey Mekke!
Dinmez yaralara, derman olsun gelişin,
Solusun iman göğüsleri, Asrı Saadetin Nübüvvet iklimini,
Dayansın Mekke!
Fethinin hatırına yıkıldığında hesabını vermeyeceğimiz,
Ebreheler tükenmez elbet,
Hamzaların tükenmeyeceği gibi…

Ama Mekke!
Tükenmiş yüreklerin kirlettiği topraklar,
Kabe’nin taşlarını yaşartıyor,
Ağlıyor Gazze,
Ağlıyor Kabe,
Ümmetin hesabı kabarıyor Mekke…
Fethin, Ümmete dokunuş olsun Mekke.
Fethin, tarihe değil, hayatlara kazınsın Mekke…
Hayatlara kazınsın…

8 Mayıs 2013 Çarşamba

‘ La şerîke leh’ !



Allah’ın kuluna emaneti, ömrü; Allah’ın arzu ettiği gibi yaşamanın adı nedir?…
Müslüman, yaşadığı ömür içerisindeki tüm parantezleri kaldırıp, Rabbına adanmış bi hayatın, verilmiş bi sözün, ahdi misakına olan sadakatin, şuurunda olabilendir… Hayatımızda parantezleri olabildiğince  kaldırıp, kalbimiz üzerindeki ki siyah noktaları olabildiğince azaltabilmenin gayretiyle,  ‘lâ şerîke leh’ diyerek, ömrümüzü  Allah’a adayabilmenin çarelerini arayabilmeliyiz.
Hayata, Peygamber s.a.v Efendimiz  perspektifinden bakan insanlar için çare birdir. Pazarlık yapmadan, ömrümüzde parantezler açmadan,  elini, dilini, gönlünü ve her şeyini Allah’a adayarak, lokal ve küresel, kişisel ve toplumsal sıkıntılardan kurtulmanın yollarını bulup, özünü, sözünü o yola uydurup, o kutlu yolda sabırla yürümektir tek çare.
İnsanlığın sıkıntıdan, üzüntüden ve hüsrandan kurtuluş çaresi dörttür.
Allah’ın, yemin ederek altını çizdiği, insanlığın aleyhine akan zamanın neticesinde hüsranda olduğu, zararda ve ziyanda olduğu, insanlığın buhranlar ve sıkıntılarda olduğu vurgusu yaptığı halde, hayatınızda parantezleri kaldırıp, dört çareyi hayatınız da yaşamadığınız sürece, bunalmaya, çıldırmaya, ağlamaya, sızlamaya ve hep kaybetmeye devam edeceksiniz.
Bunalımlardan, sıkıntılardan kurtulmak isteyenler, önce iman etmelidir.  Yüreği ne kadar temiz olursa olsun, ne kadar insancıl olursa olsun bir insan, önce iman edecek. ‘Lâ şerîke leh’ diyerek pazarlıksız bir şekilde İman etmelidir insan.
Sıkıntıdan kurtulmak için yol göstermek adına, Rabbımız, yarattığı kuluna emrediyor. Ne kadar iyi insan olursan ol, İman etmeden, buhrandan kurtulmanın, imkanı ve çaresi yoktur. Pazarlık yaparak ve karşılık bekleyerek yapılan iman ile, zarardan ve ziyandan kurtulamayacağımızı bilmeliyiz. Önce İman etmeliyiz, hemen ardından İmanımızı, iddiamızı amellerimizle ispat etmeliyiz, pratiğe dökmeliyiz. Hayatımızda, imanımızı yaşamalıyız. Yaşarken, ne kadar parantezimiz varsa, tüm parantezleri hayatımızdan kaldırıp atmalıyız. İmanı hayatımızda yaşamadan, ‘oku, sev ve infak et’ ilkelerini, hayatımızın vazgeçilmezleri saymadan, iddiamız ve imanımız bizim kurtuluşumuza yetmeyecektir.
Okurken, severken ve bize lutfedilen nimetlerden verirken, perspektifimizi geniş tutmalıyız. Bizler hep okuruz ama, okuduğumuz güzel şeylerin pek hayatımıza bi katkısı olmaz.  Sadece okur ve geçeriz. Severiz ama, sevdalarımız hep nefsi olur. Veririz, ama hep birileriyle yarış adına veririz. Halbu ki, Hz. Ali r.a, gece vermiş, gündüz vermiş, açıktan vermiş, gizli vermiş. Bunu duyan Efendimiz s.a.v; ‘ Ya Ali, neden böyle yaparsın?’ diye sorunca; ‘Ya Rasulüllah s.a.v, Rabbım belki birini kabul eder’ perspektfiyle vermeliyiz. Değilse, Okuduklarımızla, sevgilerimizle, verdiklerimizle parantezler açarak hayatımızı devam ettirenlerden olursak, böyle iman ederek, ziyandan ve buhrandan kurtulamayız, ve hep kaybederiz.
Hayatımız boyunca, akan zamanın kıymetini bilemeden, İmanını amele dökemeyenler, hem kişisel ve hemde toplumsal sıkıntılardan kurtulması mümkün değildir. İmanını hayata transfer edenler, zamanın kendi aleyhinde aktığını fark ederek, bu akan zamanı lehine döndürülmediği taktir de, kişisel ve toplumsal sıkıntıların bitmeyeceğini bilenler, muhakkak hem kendisi için, hem de tüm insanlık için, Hakkı, hakikati, hayrı, hasenatı, okumayı, sevmeyi, vermeyi tavsiye edenler, İmanını kaynağından alanlar, Hira’dan hayatını formatlayanlar, hayatındaki parantezleri Efendimizin hayatını yaşayarak kaldıranlar, perspektiflerini, bakış açılarını Kur’an-a göre şekillendirenler, Sabırla ve azimle bu kutlu yolda yürüyenler kurtuluşa erecektir.
Kur’an-ı Kerimin gösterdiği yoldan başka, Peygamberimiz s.a.v Efendimizin gittiği yoldan başka, yolumuzda yok, yönümüzde yok. Elimizde Kur’an ve Sünnet gibi iki kutlu mirasımızla, İman eden, amel eden, Hakkı ve Sabrı tavsiye edenler olabilmenin çabasıyla, Hira’nın hayatımızdaki yerini büyüterek, ömrümüzü Allah’a adayanlardan olalım.
Aldanmış bi hayatın bizi götürdüğü yer hüsrandır…
‘ La şerîke leh ’ diyerek, Allah’a adanmış bi hayatın bizi götürdüğü yer kurtuluştur…

           

18 Ekim 2010
mus@bhy