Translate

21 Ekim 2013 Pazartesi

Erdoğan’sız Ak Parti, Davutoğlu’suz Dışişleri, Fidan’sız Mit isteyenler…


2002 yılının 3 Kasım’ında yapılan genel seçimlerde %34 oy alarak iş başına gelen Ak Parti hükümeti, 2007 yılına kadar mevcut statükonun içerdeki taşeronlarını tespit etmiş, 20 Ekim 2007 referandumuyla bu ülkenin ve milletin ensesinde 90 yıl boza pişiren, yıllarca keyif süren ve devletin anahtarını ellerinde bulunduran egemenlerin dışarıdaki efendilerini tespit etmiş ve iç ve dışta tezgahlanan planları başlarına geçirmek için yol haritasını belirlemiş, bu yolda da uzun mesafeler almıştır.
Merhum Menderes’in, Merhum Erbakan’ın deşifre edemediği Küresel güçlerin içerdeki ve dışarıdaki tezgahladıkları hain planları hem teorik hem pratik olarak deşifre eden, tüm planların gizli kodlarını kıran Recep Tayyip Erdoğan, hem ekonomik hem de politik olarak milletimiz ve coğrafya insanlarının önüne koyduğu 2023 hedefi,  başta yeryüzünün parasını yönlendiren baronları içerdeki yerli görünümlü tetikçileri de devreye sokarak saldırıya geçirdi. Özellikle 2010’dan sonra hedeflerine koydukları isim Recep Tayyip Erdoğan’dı. Baronlar ve yerli işbirlikçileri tarafından dillendirilen arzu, Ak Parti kalsın ama Sayın Erdoğan  gitsin isteniyordu. Zaman içerisinde Sayın Başbakanın yanına Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu ve MİT Müsteşarı Sayın Hakan Fidan’da küresel baronlar tarafından hedefe konuyordu.
2010’dan bu güne, çok defa Sayın Başbakanı düşürmek için sortiler denediler. Olmayınca kuşatmanın içerisine Sayın Davutoğlu’nu alarak vuruşlarına devam ettiler. ‘Komşularla sıfır sorundan, kavgasız olmadığımız komşumuz kalmadığından’ dem vurularak, Bakan Davutoğlu’nun başarısızlığının altını çizdiler. Halbu ki, geçmişten bu güne bölge insanı zillet hayatı yaşadı. Sofralarından kan ve göz yaşı eksik olmadı. Yıllarca bu topraklarda ‘Komşularla sıfır sorun ve sorunsuz Dış Politika’ adına kan döküldü, göz yaşı döküldü. Bölge insanın yüzünün gülmesi, bu toprakların yeniden ‘barış yurdu, selamet yurdu’ olabilmesi için, mevcut dış politikaların mutlak manada değiştirilmesi lazımdı. Bakan Davutoğlu, komşuların değiştirmediği dış politikalarının yerine, bölgenin amiral gemisi Türkiye’nin Dış Politikasını değiştirerek, baronların bölgedeki oyunlarını da bozmuş oldu. Zira, Baronlar tarafından bölgede yıllarca sürdürülen sömürü ve kan dökme Türkiye’nin şahsiyetsiz dış politikalarından kaynaklanmaktaydı. Türkiye’nin Dış Politikası değişip, komşu ülkelerin dış politikaları değişmeyince ortaya çıkarılan sorunların sorumlusu olarak önce şahsiyetli Dış Politikanın mimarı Sayın Başbakan, sonrada  şahsiyetli Dış Politikanın Bakanı Sayın Davutoğlu hedefe oturtuldu.
Bu iki sortiden istedikleri sonuca ulaşamayınca, baronlar tarafından Mit Müsteşarı Sayın Hakan Fidan önce kıskaca alındı, sonrada hedefe kondu.
Sayın Hakan Fidan, Baronların uluslar arası istihbarat eliyle hem Dış İşlerini, hem de Milli İstihbaratı teslim aldıklarını bildiğinden, içerdeki tüm istihbarat birimlerini MİT çatısı altında topladı. Böylece MİT’e ‘millilik’ verilmiş, istihbarata Hakan Fidan eliyle Erdoğan damgası da vurulmuş oldu. Yani bölgede uçan kuşun istihbaratı, yabancı başkentlere ulaşmadan önce Ankara’ya ulaşmış oldu. Mit’in içerisinde yabancı istihbaratlara çalışan ne kadar ajan varsa tamamı uzaklaştırıldı. Uluslararası istihbaratlardan bağımsız yerli bir istihbarat yapılanması kurarak, bu topraklarda CIA ve MOSSAD ajanlarının faaliyetlerine müsaade edilmedi. Böylece bu topraklar, CIA ve MOSSAD ajanları tarafından operasyon sahası olmaktan da çıkmış oldu.
                Bu gün Hakan Fidan’ı hedefe oturtanlar, Müsteşar olduğu günlerde Sayın Fidan’a olan tavırlarını net bir şekilde ortaya koymuşlardı. O günlerde İsrail, Sayın Fidan’ın Mit’in başına gelmesini istemedi. İsrail ve Mossad’ın istemediğini, yerli işbirlikçilerde istemedi. O gün Hakan Fidan’ın iç ve dış egemenler tarafından neden istenmediğini bu gün daha iyi anlamış olmalıyız. Dışardaki egemenler kadar içerdeki işbirlikçilerin de hedefinde olan Fidan için operasyonların arkası hiç kesilmedi.
Önce meşhur(!) Hizmet Hareketi tarafından yayın guruplarından ilan ettikleri Fidan’sız Mit için, ülkede barış ve kardeşlik adına başlatılan çözüm sürecini durdurmak adına 7 Şubat 2012 de  Özel Yetkili Savcılarının yetkisi kullanılarak operasyon için ilk resmi adımı da atmış oldular. Gerekçe olarak Hakan Fidan’ı önce ‘irancı’ sonrada ‘PKK’lı ilan ettiler. Devletin anahtarını isteyen Hizmet Hareketi, istediklerini alamayınca bu tip operasyonlara başvurdular. Sayın Başbakan Hakan Fidan’a yapılan operasyonu ve arkasındaki büyük tehlikeyi fark edip değiştirdiği ‘Mit’ yasasıyla, iç ve dış işbirlikçilerinde heveslerini kursaklarında bırakmış oldu.
2010’dan bu güne kadar, bu ülkenin Başbakanı Sayın Erdoğan iç ve dış egemenler tarafından istenmiyor. Yani yeryüzünde paraya, ekonomiye ve siyasete yön veren Baronlar,  Sayın Erdoğan’ı istemiyorlar.
Bu topraklar da ‘Yeniden Büyük Türkiye’ istemeyen merkezlerle, içerdeki yerli görünümlü işbirlikçileri aynı şeyi istemektedirler.
Erdoğan’sız Ak Parti,
Davutoğlu’suz Dış İşleri,
Fidan’sız Mit…
Onların ne istediğinin hiçbir öneminin olmadığını, asıl önemli olanın bu milletin ne istediği olduğunu 2014 yerel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde göreceğiz. Seçim neticeleri dışarıdaki  baronların ve içerdeki yerli görünümlü hizmet erbabının istediği olmayacağını ortaya koyacaktır.
Bu millet, ‘Bu milletin parasını küresel çeteye ve faiz lobisine yedirmeyeceğini’ dünyanın efendilerine haykıran Sayın Başbakanı, Sayın Davutoğlu’nu, Sayın Fidan’ı küresel Baronlara ve işbirlikçi hizmet erbabına yedirmeyecektir.

Bu millet kendi elleriyle diktiği fidanı, baronlar ve işbirlikçilerine söktürmeyecektir bu böyle biline…


21 Ekim 2013
mus@bhy

20 Ekim 2013 Pazar

KURBANA DAİR…


          Kurban ve Hacc…
         Her ikisi de tam anlamıyla birer mesaj deposu olan ve sembolik değerleri son derece yüksek bulunan bu ibadetlere, yine yeniden bir kez daha ulaştık elhamdülillah.  
          Aslında, tüm ibadetler birer şuur eylemi, şuur amelidir.
       Bizim namazımız, kurbanımız, haccımız, zekatımız hep alemlerin Rabbi içindir, öyle olmalıdır. Lakin Rabbimizin bizim ne namazımıza, ne kurbanımıza, ne de haccımıza ihtiyacı vardır. İhtiyaç sahibi olan bizleriz. Namaz da, zekat da, kurban da, hacc da… hep bizlerin dünya ve ahiret saadetimiz içindir. Bizleri kötülüklerden alıkoymak, iyiliklere sevk etmek, şuurlandırmak, takva sahibi kılmak, dosdoğru bir hayatla, ebedi saadete yürümemiz içindir…
      Hacc ve kurban, yukarıda da ifade ettiğim gibi tam manada birer mesaj deposu. Sembolik yönleri çok güçlü, taşıdıkları mesajlar çok sarsıcı, imandan amele, fertten topluma, dalga dalga güçlü bir şuur halkasını inşa edip harekete geçiren, imha ve ihya edici birer inkılab eylemidir. Yeryüzünde büyüklenip, kibirlenip, imana karşı küfrü, adalete karşı zulmü bayraklaştıran tağutlara birer reddiye ve ihtar gösterisi… Buna karşılık, alemlerin Rabbine içten ve pazarlıksız, şuurlu ve kararlı birer teslimiyet seremonisidir..
           Peki, birer şuur meşalesi olan bu ibadetler, şuursuzca yapılırsa ne olur?
        Üstad Ali Şeriati’nin ifade ettiği, hacda şeytan taşlayıp memleketlerine dönünce tağutları alkışlayanlar örneğinde olduğu gibi, ibadetlerin maksadı ıskalanmış, anlamı devre dışı bırakılmış, mesajları ka’ale alınmamış olur. İman edenler üzerinden yeryüzüne hayatiyet taşıma, şuur aşılama işlevi bulunan bu ibadetlerin diriltici ve inşa edici nitelikleri ortadan kaldırılarak bu hayat kaynağı ibadetler, sadece birer sembolik şekilsel ritüele dönüştürülmüş olur.
           Anlamından koparılmış, hayatiyeti elinden alınıp birer cesede dönüştürülmüş olan bu ibadetler artık yeryüzünün tağutları için, belamları için birer tehdit olmaktan çıkar, rant aracı haline gelir. Tağuti sistemler, “hacc” organizasyonu yapıp, “kurban” derisi toplayarak bu ibadetlerin cesedinden faydalanmaya koyulurlar.
        Hacc ve kurban ibadetinin arefesindeyiz. İbadetlerimizi hakkıyla yerine getirmekle mükellefiz. “Ben yaptım oldu” mantığını terk edip, Haccımız da, Kurbanımız da Allah ve Rasulünün rızasına uygun olmalı. Hacca gidenlerimiz haccın, kurban kesecek olanlarımız da kurbanın hakkını vererek bu ibadetleri yerine getirmeye özen göstermek zorundadır.
             Kurban; önce Allah’a, sonra kullarına yakınlaşmaktır…
     Kurban; İbrahim (as)’in ahdine, İsmail (as)’in teslimiyetine şahid olmaktır…                 Kurban; Ya Rabb! Bizleri İbrahim (as) gibi, ve nesillerimizi de İsmail (as) gibi sözünün eri olanlardan kıl demektir.
             Kurban, en değerlimizi, en sevdiğimizi, İsmail’imizi feda etmek demektir.
             İman, bir iddiadır ve iddialar ispat ister..
         Kurban; verdiği mesaj alınabilmişse, bi anlam kazanır. Kurban kesme iddiamızda ancak o zaman ispat edilmiş olur. Yoksa, içerisi boşaltılmış,  anlamından uzaklaştırılmış, verdiği mesaj kulak ardı edilmiş, ümmet şuuruna katkı sağlamamış bir hacc ve kurban, bırakalım diriltici olmayı kendi dirilikleri yok edilmiş, şuursuzluk sarhoşluğunda zayi edilmiş demektir.
          Kesilen Kurbanlarımız, bizleri önce Allah’a, sonrada kullarına yaklaştırıyorsa, Kurbanın ifade ettiği mesajı almışız demektir. Sadece eti, için, derisi için, kesilen Kurbanların, dünya ve ahret saadetimiz için hiçbir şey ifade etmeyeceğini bilmeliyiz. Bizi Rabbımıza yakınlaştıracak, yaklaştıracak, yegane vasıta Kurban olduğunu unutmayalım. Kurban etlerimizi, buzdolabında dondurmadan öte, fakirlerin sofralarında bereketlendirelim.. Aksi halde, böylesi bi gün kurbanın anlamı, İbrahîmi ve İsmaîli teslimiyet yerine, et, yağ, deri ve kemiğe kilitlenmesinden öteye geçemez. Böylece bizi Rabbımıza yaklaştıracak bir ibadet üzere bulunduğumuz halde O’ndan fersah fersah uzaklaşabiliriz. Neticede kurbanımızı “şuursuzluk sarhoşluğu”nun elinde zayi etme tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz.
       Rabbım bizleri; dünya ve içindekilerini vasıta, Allah (cc) sevgisini ve O’nun rızasına ermeyi ise gaye gördüğü için kurbanı kabul edilen Habil gibi eylesin…
        Kurban Bayramınızı tebrik ediyor, sizler ve sevdikleriniz için mübarek olsun, sizleri; mazlumların sığınağı, çaresizlerin çaresi, tek ve eşsiz ilah olan Rabb’ime emanet ediyorum…

20 Ekim 2013
mus@bhy

14 Ekim 2013 Pazartesi

Kurban Bayramı


İbrahimî yakarışın,

Hâcerî sadakatin,

İsmailî teslimiyetin ve fedakarlığın Allah’a arzedildiği;

Akıtılan kanların, dünyalık nefsi hesapların yerine emek verilen takvayla,

Arafat’ta Allah'la misaklarını yenilemek adına birlik içinde edilen dualarla Allah’a yaklaşmanın, yakınlaşmanın bayramındayız;

Kurban; statülerden arınarak eşitlenmenin;

Kendini bilmenin, tefekkürün, tezekkürün, yenilenmenin;

Sabrın, nefisleri terbiye etmenin, hassasiyetin;

Çaresizliği gidermenin, kutlu yürüyüşün;

Tarihe tanıklık etmenin, geçmişi muhasebe etmenin ve geleceği idrak etmenin;

Garip ve gurabaya, fakir ve çaresize yakınlaşmanın bayramıdır.

Bu vakitler gönül dünyamızın, hanelerimizin, coğrafyamızın huzuruna vesile olsun.

Sizler için hayrolsun, mübarek olsun…

Dua, dua, dua vesselam…

9 Ekim 2013 Çarşamba

BÜYÜK FOTOĞRAF…

Yeryüzü insanlığı,  ilk insan ve ilk Peygamber Adem a.s ile başlayan ‘Hak ile Batıl’, ‘İman ile Küfür’, aydınlık ile karanlığın mücadelesine şahitlik etmiştir ve bu mücadele kıyamete dek devam edecek.
İman tarafında  yer alan insanlık, gücünü ve kuvvetini Hak’tan alarak, Hakkın ilahi nizamını hakim kılabilmenin mücadelesini verenlerden oluşmaktadır.
Batıl ya da küfür ise; Allah’ı ve Allah’tan gelen nizamı, Allah’ın yeryüzünde insanlık tarafından bizzat yaşanmasını istediği düzeni kabul etmeyen beşeriyet, ‘küfür’ tarafını oluşturmaktadır.
İman edenler, Allah’tan gelenlerle yolunu ve yönünü belirleyerek mücadelesini ortaya koymuş, Küfredenler de ‘iman ehli’ insanlığın yolunu ve yönünü değiştirebilmek, onları yollarından sapıtabilmek için var olmuşlardır.
Asırladır yeryüzü insanlığının çektiği sancıların, döktüğü gözyaşlarının da sebebi, küfür ve batılın, iman ve Hakk’a karşı galip gelme mücadelesidir. Zamanın hangi diliminde galip geldiklerini ilan ettilerse asıl kaybedenin küfür cephesi olduğunu, planlarının bozulduğunu tarih sayfaları bizlere göstermektedir.
Bu topraklarda 1000 yıl süren mücadelenin amaç ve gayesini anlamadan, bu gün olanları anlamamız mümkün değildir. Bu vesileyle parçaları, planları, yapılanları,  fotoğrafları bir araya getirip asıl büyük fotoğrafı görebilmek, planlanan ve oynanan büyük oyunu görmek durumundayız.
Dünyanın efendileri veya Küfür cephesi ya da  Küresel çete; Bu efendiler, yeryüzünde sömürdükleri toprakları özgürleştirme(!) projeleriyle, o toprakların insanlarına götürdükleri Demokrasi(!) yalanlarıyla, medeni olamamış topraklara Medeniyyet(!) ihracıyla meşhurdurlar. O ülkeler de kurdukları sömürü düzeninin keyfini sürmek için, bölge insanı ölümün gölgesinde prangalı hayatın ve köleliğin zilletini yaşaması gerekmektedir. Bu hep böyle olmuştur. Emperyal hedeflerine de,  her dünya devletinin içerisine gizledikleri, görünmeyen ama çok etkili olan ‘derin devletleri’yle ulaşırlar. Bu derin devletleri asla görünmez ama çok etkili gücü vardır. Küresel çete dünya devletlerini de, görünmeyen ama çok etkili ‘derin devletleriyle’ idare ederler.
Dünyanın yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömüren, Dünyanın petrol, gaz ve enerjisini tekelinde bulunduran 10 Musevi-Yahudi ailesinden oluşan bu egemenler, kendilerini efendi olarak,  insanlığı da kendilerine hizmet eden köleler olarak görürler. Bu efendilerin yeryüzünde hemen her ülkede kendileri adına tetikçilik yapacak aileleri vardır. Bu tetikçiler, bulundukları ülkelerde efendileri için, iktidarları değiştirirler, ekonomileri batırırlar, ülke insanını kamplara bölerler, darbelerle, balyozlarla, tencere ve tavalarla seçilmiş hükümetleri düşürürler, her türlü anti demokratik ayaklanmaları organize ederler, demokrasi oyunuyla oynamaya devam ederler. Yeryüzünde parayla ilgili, ekonomiyle ilgili, tüm sistemler, bankalar, bankerler ve borsalar bu ailelerin kontrolündedir. Parayla ilgili son kararları hep bu 10 musevi ailesi verir. Asırlardır böyle başladılar, böyle devam etmekteler. Büyük Osmanlı İmparatorluğu’nu da bu efendilerin plan ve projeleri ile yıkmışlardır.
Cihan devleti Büyük Osmanlı İmparatorluğu kurulmadan önce, bu toprakların insanları aynen günümüzdeki gibi parça parça edilmiş, insanlığı kendilerine köle yapmak isteyen küfür cephesi tarafından küçük beylikler yapılarak ufak lokmalar halindeydi. Güçlü olanın zayıf olanı ezdiği, zulmün zirvede olduğu topraklardı. 1299 yılında Osmanlı beyliği, büyük gövdenin küçük parçalarını birleştirip Osmanlı İmparatorluğunu kurdu. Osmanlı beyliği, kurduğu imparatorluğunu ‘adalet’ üzerine kurmuştur. Zulme uğrayanın dinine bakmadan, zulmün kol gezdiği her toprak parçasına adalet götürmüştür. Küfür ve küresel güce karşı verilen mücadeleyle, fetihlerle, yapılan seferlerle insanlığın nefes alması sağlanmış, sömürü ve ezilmişlik altında inleyen mazlum milletler, huzur ve mutluluğu tatmış, kavga etmeden, kargaşa çıkarmadan, ‘şu cu bu cu’ olmadan aynı sofrada aynı lokmayı bölüşerek esenlik içerisinde 600 yıl yaşamışlardır.
Küfür ve küresel baronlar, bu gün olduğu gibi o gün de barışın ve kardeşliğin ortadan kalkması için her yolu denemişler, Büyük Osmanlı İmparatorluğunu yıkabilmek, dağıtabilmek için tezgah üstüne tezgah kurarak, büyük tuzaklar ve planlarla adaletin ortadan kalkması ve imparatorluğun yıkılabilmesi ve dağıtılması için üç sahada tezgahlarını hayata geçirmenin çabasında oldular...
-İngilizlerin Rusları kışkırtması neticesinde, Osmanlıyı Kırım savaşına sokarak 12 gemilik Osmanlı filosunu batırmak suretiyle savaşa sokmak.
-Kırım savaşından sonra, kendilerine borçlandırmak suretiyle Osmanlının ekonomisini ve maliyesini çökertmek. Bunun için özel departmanlar oluşturmak suretiyle Osmanlıyı dış borçlanmaya ikna etmek.
O günlerden bir derkenar;
Osmanlı İmparatorluğunu borçlandırmakla görevlendiren İngiliz diplomat David Urquhart der ki : "Osmanlı Devleti'ni borçlandırma görevi bana verildi. İngiliz sermayedarlarının bana verdiği talimat şu şekildeydi: ‘Mutlak surette İstanbul'a git ve sana teklif ettiğimiz borçları, Osmanlı yöneticilerine kabul ettir!..’ İstanbul'a geldim. O gün, maliyeden sorumlu olan nazır Akif Paşa idi. Ben, çok ısrar ettim ; Kendilerine dış borç vermek istediğimizi söyledim. Akif Paşa bana dedi ki : ‘Ben, böyle tarihi ve milli bir felaket karşısında, sizin uzattığınız borcu almayacağım. Ben, halkıma müracaat edeceğim, halkımdan fedakarlık isteyeceğim; ama size borçlanmayacağım. Ben, halkımın etiyle, dişiyle, tırnağıyla kazandığı paraları size faiz olarak ödeyemem. Benim dinim, benden sonraki nesilleri borçlandırmayı men etmiştir’, dedi ve kesin bir dille reddetti."
-Bu tezgahların üçüncü ayağı olarak; 1789 Fransız ihtilaliyle başlattıkları milliyetçilik ve ırkçılık akımlarıyla, adına ‘Cumhuriyet’ dedikleri tuzak ve tezgahları planlayıp, Cumhuriyetin faziletleriyle, Büyük Osmanlı İmparatorluğunu geçmişten koparmanın temellerini attılar. Fransa’da yapılan ihtilalle, Osmanlının bürokrasisinde bulunan tüm vatanseverleri tasfiye ettiler, onların yerlerine, içimizden seçtikleri hainleri yerleştirdiler. Kurdukları fırkalarla, İlan ettikleri fermanlarla, yaptıkları savaşlarla, anlaşmalarla Cihan devleti İmparatorluğu parçalamak için, hem iç politikada hem de dış politikada tüm etkinliği ellerine geçirmiş küresel güçler, nüfuzlarını genişletebilmek adına siyasi, askeri ve ekonomik güce ulaşmak için ittifaklar oluşturmuşlardı.
Küresel çetenin tüm planları şuydu, istiyorlardı ki; “Bu toprakları, bu toprakların gerçek sahipleri yönetmesin, bu toprakların evlatları idarede yer almasın…” Yani “bu toprakları biz idare edelim, bu toprakların evlatları da bizlere köle olsun…”, istenen tamda buydu… İşte son 100 yılda bu topraklarda verilen mücadelenin asıl sebebi de budur.
                Büyük Osmanlı İmparatorluğu küresel güçler tarafından yıkıldıktan bu güne kadar coğrafyada kan ve göz yaşı hiç eksik olmadı. Küfür cephesinin saltanatı uğruna kanlar dökülmeye, canlar verilmeye devam etti. Tarih boyunca bu topraklar, küfür ve küresel güçlerin operasyonlarına zamanın her anında şahit olmuştur.
İmparatorluğun çöküş ve yıkılışını takip eden zaman diliminde, İmparatorluğun son Sultanı Ulu Hakan Abdulhamit Han ks, küfür ve küresel cephenin, ‘İsrail devleti için toprak’ talebine; 'Ben İslam topraklarının bir karışını vermem' cevabından sonra ‘Kızıl Sultan’ ilan edilmesi ve küfür cephesinin tetikçileri üç Yahudi dönmesi tarafından tahttan indirilip, Selanik’te bir yahudinin evinde sürgün hayatı yaşatılmasıyla da bedel ödettirilmiş. Akabinde Hanedanında bu topraklardan kovulmasıyla büyük yıkılış ve yok oluş neticelenmiş oldu.
Son 500 yılın en büyük devlet ve siyaset adamı Ulu Hakan Abdulhamit Han’ın ‘Kızıl Sultan’ olduğunu ispat edebilmek için, yalanlarla, korkularla, ezberlerle eğitim sistemleri oluşturdular, yalanlardan oluşan bir tarih yazdılar ve o günden bu güne bu topraklarda basın ve medya bunun için var oldu.
Cihan devleti büyük Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışıyla kaybeden bu toprakların evlatları, kazanan ise küresel efendiler olmuştur. Küresel Efendiler bu topraklardan kazandıklarını kaybetmemek adına, ellerini, güçlerini birleştirip ve tetikçilerini bu topraklardan hiçbir zaman çekmemişlerdir.
İmparatorluğun yıkılışından hemen sonra Osmanlıdan kalan bakıye toprakları, ellerine cetvellerini alarak bu Coğrafyaya nizam vermeye başladılar. Koca İmparatorluğun üç kıtaya yayılmış 20 milyon metre karelik toprak parçasından sınırları cetvelle çizilen onlarca devletçikler oluşturdular. Operasyonda ilk yapılması gerekende buydu. Oluşturdukları devletlerin idarecileri de 100 yıldır hep küresel efendilerin icazet verdikleri ‘lider’(!)lerden oluşmaktaydı. Onların asıl hedefleri bu topraklardı. Asırlardır bu coğrafyanın yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürmek, topraklar üzerinde yaşayan insanları da kendilerine köle yapmaktı.
Dağıtılmış bir imparatorluğun topraklarını parçaladıktan sonra, dinlerinden uzaklaştırmak, milletini de bölmek, sömürü fark edilemesin diye aç bırakmak için tüm planlarını ortaya koydular. Bu milletin başına bir lider lazımdı. Küresel efendiler, bu milletin kendi liderini kendisinin seçmesine izin veremezdi, bu millete ‘Lider’ tayin edebilmek için ‘Kurtuluş Savaş’ını başlattılar. Milletimiz savaşın galibi olduğu halde, ‘zafer’in karşılığında nelerden kurtulduğunu, kazanılan zaferin ardından yaşananların milletimizden neler götürdüğünü, zaferin nelere mal olduğunu 1950 yılına kadar fark edemedi.
Kurtuluş zaferinden sonra milletimizin din, vatan ve namus anlayışları değiştirildi. Bunun için büyük(!) devrimler yapıldı. Küresel efendiler, Kurtuluş Savaşından sonra savaşın galibi bir milletin temsilcilerini 1923’te Lozan’da masaya oturttular. Asıl hedefleri, bu milletin yüreğindeki imanıydı, inandıkları dinleri idi. Lozan’da masanın bi tarafında İsmet İnönü, karşı tarafında İngiliz Temsilcisi Lord Gürzon oturmaktaydı. Masanın yan tarafında Hayim Nahum namındaki Yahudi Hahambaşının hakemliğinde Lozan Atlaşması imzalandı. Lozan masasında taraflar için en önemli meselenin, bu milletin inandığı dini İslam olduğunu, İngiliz heyetinin reisi Lord Gürzon tarafından gündeme getirilen;  ‘Türkiye İslamî alâkasını ve İslamı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz’ şeklindeki arzusundan anlıyoruz. İsmet İnönü’nün de Hayim Nahum tarafından ikna edilmesiyle Lozan imzalanmış oldu. Yani bu milletin dini İslam’la arasının açılması, Kur’an-ı terk etmesi Lozan Antlaşmasıyla başlamış oldu.
26 Temmuz 1923 Lozan antlaşmasının üzerinden 6 aylık bir zaman geçtikten sonra, Lozan’da alınan kararların hayata geçirilmesi gerekmekteydi. İlk adım olarak, Lozan’da Hayim Nahum tarafından ikna edilen İsmet İnönü’nün; ‘Hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip derhal kaldırılması’ gerektiği fikri tamamıyla benimsenmiş olduğundan 3 Mart 1924’ten itibaren bu topraklarda Halifelik kaldırıldı, ümmetin başı koparıldı. Alfabe değiştirildi. İslamın eğitim fakulteleri medreseler kapatıldı. 20 yıl Kur’an eğitimi yasaklandı. 18 yıl Ezan yasaklandı, ‘Allah-u Ekber’ yerine ‘Tanrı Uludur’ diye okutturuldu. İslamın kılık ve kıyafetleri yasaklandı. Devrimleri kabullenmeyen Müslüman alimler asıldı. Köy köy bohça içerisinde başörtüsü satan Şalcı Bacı namında Anadolu kadını, Erzurum’un ortasında Kılık-kıyafet devrimine muhalefetten dolayı asıldı. Yapılan devrimlerle bu topraklarda devrim adına insanda, insanlıkta öldürüldü. Artık yeni Cumhuriyetin bekası için saha temiz hale getirilmiştir. 1950’ye kadar bu millete zifiri karanlık bir hayat yaşatıldı.
14 Mayıs 1950 Demokrat Parti iktidarıyla milletimiz birazcıkta olsa nefes almanın bahtiyarlığını yaşadı. Merhum Adnan Menderes Başbakan olarak yaptığı ilk icraatı, 18 yıl boyunca bu topraklarda ‘Tanrı Uludur’ diye okutturulan Ezanı, aslına çevirerek ‘Allah-u Ekber’ olarak okutturmasıdır. Bunun bedelini de küresel efendilerin yaptığı 27 Mayıs 1960 darbesiyle iktidardan düşürülerek, 17 Eylül 1961 de idam edilmesiyle ödettirmişlerdir.
Yeniden bu ülkenin ve bu milletin yönünü değiştirmek için, bu ülkeyi ve bu milleti, bu milletin gerçek sahipleri yönetmelidir diyerek yola çıkan Prof.Dr. Necmettin Erbakan, 1969 yılında ‘Bismillah’ diyerek siyasete ilk adımını atıyordu. Siyasetteki durduğu yer, verdiği mesajlar küresel efendileri hep korkutmuştur. Siyasetini ‘Milli bir Görüş’ün üzerine inşa eden, küresel çetenin sömürüsünü durduracak Adil Ekonomik Düzeni dünyanın gündemine sunan, ‘Önce Ahlak ve Maneviyat’ ve ‘Ağır Sanayii’ hamleleriyle yeryüzünün efendilerine meydan okuyan Merhum Erbakan, 40 yıl boyunca siyaset yaptığı bu topraklarda, küresel baronlar tarafından hep engellenen siyasetçi olmuştur.  Merhum Erbakan, 40 yıllık siyasi ömrü boyunca, askeri ve sivil darbelere muhatap olmuş, kurduğu Milli Nizam, Milli Selamet, Refah ve Fazilet Partileri kapatılmış, siyasi hayatının yarısı yasaklar ve sürgünlerle geçmiştir. 1995 genel seçimlerinde %22 oy alarak 1.parti olmasına rağmen, küresel efendilerin gül hatırları için önce hükümeti kurma görevi verilmemiş, seçimlerden 6 ay sonra 30 Haziran 1996 tarihinde 54. hükümeti kurmakla görevlendirilmiştir. Merhum Erbakan’ın Başbakan olarak görev aldığı hükümetin ilk icraatı, bu milletin parasını küresel çeteye değil, bu milletin kendisine vermek adına kurduğu, ‘Havuz’ sistemiyle, küresel çetenin içerdeki uzantılarını karşısına almaya yetmişti. Kavga başlamıştı artık. Küresel çete var gücüyle saldırıya geçti. Milletin sırtından yıllarca keyif süren paranın efendileri, askeri ve sivil bürokrasiyi de yanlarına alarak taarruz başlattılar. Ekonomik göstergeler milletin lehine olmasına rağmen, rakamlar bunu ispat ettiği halde, küresel baronlar dışarıdan aldıkları kripto talimat ve telkinlerle ‘Refah-yol’ hükümetini düşürmenin yollarını aradılar. Tezgahladıkları tüm oyunları sahneye koydular, tiyatro ve tuluatlarla sergiledikleri oyunlarla, milletin bir kısmının da eline tencere-tava vererek, ancak 11  ay iktidarda kalan ‘Refah-Yol’ hükümetini düşürdüler. Hemen arakasından küresel güçlerin talimatıyla kurulan 55. Hükümet, iki yıllık iktidarları süresince, kendilerini iktidara getiren efendilerine diyet için, 22 bankanın içini boşaltarak, bu milletin 242 milyar dolarını küresel efendilerin cebine doldurdular.
Refah-Yol hükümeti düştükten sonra, Kasım 2002 ye kadar bu millet yeniden küresel efendilerin tayin ettiği liderler tarafından yönetildi. Ekonomik krizler, eylemler, protestolarla geçen 5 yıllık zaman da, Küresel efendiler keyiflerini sürmeye devam etmiş ancak işsizlik ve yoksulluk, yüksek enflasyon ve geçim sıkıntısı milletimizi dar boğazlara sokmuş, insanımızı intiharlara kadar sürüklemiştir.
Ülkemiz ve milletimiz bir çıkmazı yaşarken, dar boğazlardan bir çıkış yolu ararken, 14 Ağustos 2001 tarihinde Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında Ak Parti kuruldu. 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan genel seçimlerde %34 oy alarak iktidara geldi. Ama partisi iktidarda olan bir Genel Başkan, Başbakan olamamıştı. Adına 28 Şubat ‘Post Modern Darbe’ dedikleri karanlık günlerde, ‘şiir’ okuduğu gerekçesiyle yargılanmış ve mahkum edilmiş olan Recep Tayyip Erdoğan, küresel efendiler tarafından siyaset sahnesine sokulmak istenmiyordu.  Sayın Erdoğan’a siyaset yasağı getiren güçlerde bu durumu savunamıyorlardı. Neticede, ‘Partisi iktidar olan bir Genel Başkan, Başbakan olmalıdır’ diyerek, yapılan değişiklikle Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlık yoluda açılmış oldu.
Dünya devleti Büyük Osmanlı İmparatorluğunu 600 yıl ayakta tutan ‘Adalet’ siyaseti, 1950-1960 arası Merhum Menderes’le devam etmiş, 1969-1997 arası Merhum Erbakan’ın ‘Adil düzeniyle’ milletin gönlünde karşılık bulmuş  ve nihayet 2003’te Sayın Erdoğan’ın ‘Adalet ve Kalkınmasıyla’ yeniden iktidara gelmiştir. Sayın Erdoğan’ın bayrağı devralması, yeryüzü mazlumlarının sevincine vesile olurken, küresel efendilerin de planlarını değiştirmesine ve yeni proje çalışmaları yapmalarına vesile olmuştur.
Başbakan Erdoğan küresel efendilerin gücünü kırmak, bu vesileyle ülkemizin ve milletimizi ayağındaki prangalarından kurtarmak için başlattığı çözüm sürecine, açılımlarına, çalıştaylarına, küresel efendiler, Ergenekon, Balyoz, Sarıkız ve Ay ışığı gibi darbe planlarıyla karşılık verdiler. Sayın Başbakan tarafından oyunları bozulup, yapılan darbe planlarının başlarına geçmesiyle beklide tarihin en büyük mağlubiyetini de almış oldular.
Recep Tayyip Erdoğan, 10 yıl içerisinde 1850’lerden bu güne bu topraklarda küresel efendilerin akıllarıyla şekillenen tüm planların gizli kodlarını kırdı. 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumuyla da sahayı temizleyip 100 yıllık ezberleri bozdu. ‘Hedef 2023’ yol haritasıyla Yeniden Büyük Türkiye’nin kuruluyor olduğunun müjdesini verdi. Artık bundan böyle bu toprakları yeniden bu toprakların sahipleri yönetecekti. Yolu uzundu ama emin adımlarla yürüyordu. Bu hal elbette dışarıdaki küresel efendileri, içerdeki taşeronları kudurtuyordu. Bir şeyler yapmaları lazımdı. 2003’teTürkiye’nin yıllık bütçesinin %73’ü dış borç faiz ödemesine giderken, 2013’te bu oran %13’e gerilemiş, Türkiye büyümede AB ülkelerini geride bırakmış, ülke baştan başa yeniden elden geçirilmiş, duble yollarıyla, yeni yeni tesisleriyle ‘Yeniden Büyük Türkiye’ olma yolunda iddiasını tüm dünyaya haykırmış, kendi uydusunu yapmış uzaya göndermiş,  Türkiye’nin IMF’e borcu sıfırlanmış, İstanbul’a yapılacak Kanal İstanbul, Uluslararası 3. Hava limanı ve 3.Köprü ile küresel efendilerin hesaplarının bozulmasına ve çılgına dönmelerine yetmişti.
En son açılan ‘Demokratikleşme Paketi’yle, Devletiyle milletinin arasındaki büyük duvarları da kaldırarak 2023’e doğru yol alırken, devletin milletiyle barışması adına büyük adımlarından birisini daha atmış oldu. 
Küresel efendiler bu topraklarda, böylesi durumlara alışık olmadıklarından dolayı kaybetmeyi hiç yaşamadılar, hep galip gelen taraftaydılar. 100 yıllık sürdürdükleri sefayı bitirmek istemiyorlardı. İstiyorlar ki, bu düzen ilanihaye böyle devam etsin. ‘Millet çalışsın biz yiyelim’ arzusundaydılar. Bu milletin parasına sahip çıkmak adına ‘bu milletin alın terini küresel çeteye yedirmeyeceğini’ yeryüzünün efendilerine ilan eden Sayın Başbakan, içerden ve dışarıdan saldırıların da hedefi oluyordu. Küresel efendiler, ‘Gezi Saldırısıyla’ ayaklanmanın ilk startını verdiler. 20 gün boyunca içerdeki taşeronları vasıtasıyla ayaklanmayı ‘özgürlük(!) talebi’ olarak ambalajladılar. Özgürlük adına yaktılar yıktılar, vandallık diz boyu idi. Tencere tavadan da sonuç alamayanlar, Sayın Başbakan’ı ‘Diktatör’ ilan ederek eylemlerine ara verdiler.
Dünyanın efendileri bu topraklarda 3 sahada tezgah kurdular…
Önce ‘vatan elden gidiyor’ diyerek tezgah açtılar. Tutmayınca ‘Laiklik elden gidiyor’ tezgahıyla milletin karşısına çıktılar. Son olarak ta Başbakan Erdoğan için ‘Diktatör’ yalanıyla ayaklandılar…
2010 Anayasa Referandumundan sonra bu ülkede atılan adımlar hep millet lehine olmuştur. Sayın Başbakan tarafından milletimizin nefes alması için yapılan her hayırlı hizmet, Allah’ın rızasını kazanmasına, milletimizin de duasını almasına vesile oluyor. Atılan adımlar, açılan paketler, her gün biraz daha ‘Yeniden Büyük Türkiye’ hedefine doğru götürüyor bizleri.
Osmanlı yıkılıp yerine kurulan Cumhuriyetin ilk yıllarında milletimiz arasında atılan ayrılık tohumları, ‘Yeniden Büyük Türkiye’ kurulmasın diye atılmıştı. Şu cu olduk, bu cu olduk 80 yıl savrulduk, millet olarak biz kaybettik, küresel efendiler kazandı. Türk olduk, Kürt olduk, 30 yıl bizim canımız yandı, milyarlarca dolarımız küresel efendilere gitti.  Artık tüm ezberler bozuldu. 100 yıllık geçmişin tüm planları, 10 yıllık mücadeleyle tarihin çöp sepetine atılmıştır.
Ülkemizin ve milletimizin 2010 Referandumundan sonra girdiği yol, ‘Yeniden Büyük Türkiye’ yoludur. Ülkemizde 2014 yılı içerisinde yapılacak Yerel seçimler ve hemen ardından Cumhurbaşkanlığı seçimi bir neticeyi ortaya koyacaktır. Bu iki seçimde ya milletimizin dediği olacak, ya da 100 yıldır olduğu gibi küresel baronların, küresel efendilerin ve küresel çetenin dediği olacak. Bu milletin dediği olmalı ki,  100 yıllık küresel efendilerin iktidarı bitsin ve Osmanlının intikamı da alınmış olsun.
İçerden ve dışarıdan hangi planlarla gelirlerse gelsinler, hangi ayaklanmalarla gelirlerse gelsinler, bu defa kazanan küresel efendiler değil milletimiz olacaktır. Böylece 2014 seçimleriyle 100 yıllık kaybedişin rövanşı da alınmış olacak. Bu topraklarda 100 yıl evvel kurdukları tezgahları da 2014 seçimleriyle dağıtılmış olacak. Küresel çeteye son öldürücü vuruş, 2014’te yapılacak iki seçimde milletimiz tarafından vurulacak iki tokatla gerçekleşecektir. Ve 2023 hedefiyle, bu topraklarda ‘Yeniden Büyük Türkiye’nin’ kurulmasını da hiçbir ‘ulusal cephe’ engelleyemeyecektir.
Küresel efendiler 100 yıl evvel yıktıkları İmparatorluğun yerine planladıkları ‘Büyük Ortadoğu Projesinin, 100 yıllık çekilen çileden sonra, yeniden ‘Büyük Osmanlı Projesine’ dönüşmesine hiçbir egemen güç engel olamayacaktır. 
10 yıldır bu topraklarda 'Yeniden Büyük Türkiye' inşa ediliyor...
2023 yılı da, Büyük Osmanlı Projesinin dünyanın efendilerine ilan edileceği yıl olarak tarihteki yerini alacaktır…


09 Ekim 2013
mus@bhy

2 Ekim 2013 Çarşamba

Bir Paketle İade Edilen Haklar, Sarılan Yaralar, Dindirilen Gözyaşları...

Yıllarca bu cennet vatanda egemen güçler tarafından dayatılan düzen, kendi varlığını korumak adına, ülke insanına olmadık zulümler yaptı. Dayatmacı ve baskıcı rejimlerde kurdukları düzeni ayakta tutabilmek için baskı ve dayatma kaçınılmazdı.
1920’lerden günümüze baskının ve dayatmanın yok ettiği hayatları, döktüğü gözyaşını millet olarak içimize attık. Egemenlerin her türlü zorbalığını, ötelemesini, yıldırmasını ve sindirmesini  içimize gömdük. Birileri tarafından ‘adam yerine konulmama’ yüreklerimizi dilhun etti…
Memleketin her karışında canı ve kanı olan ecdadın evlatları, başındaki örtü vesilesiyle okul kapılarından kovulurken, inandıkları dini uğruna makamını kaybedenler, mevcut düzenleri bozulan bu ülkenin insanları, sadece kaybettikleriyle değil bozulan sağlık ve psikolojileri ile de çok ağır bedeller ödemiştir.
Bu topraklarda 90 yıl evvel inşa edilen rejim, temelde ırkçılık üzerine bina edilerek, yasaklarla devam edip, idamlarla neticelenmiştir. Şapka giymediğinden dolayı verilen canlar, devrimlere gösterilen isyanlar, çekilen çileler, dökülen gözyaşları. 1920’lerin egemenlerinin gül hatırları uğruna yıllarca sürdürülen ötekileştirme. Bu süreçte milletin ne istediği ya da ne düşündüğü hiç önem arzetmezken, birileri, adına ‘Devrim’ dedikleri dayatmacı, baskıcı ve yok edici zulümleriyle, önce hilafeti kaldırmak suretiyle milletin fertlerinin canı acıdığında kolları arasına sığınacağı bir büyük gövdenin başını kopardılar. Ardından ‘devrim’ adına atılan adımlarla Ümmetin istiklal marşı Ezanı, ‘Tanrı Uludur’ diye okutturdular. Bu cennet vatanda 18 yıl boyunca ‘Ezan’ yasaklandı. 20 yıl bu topraklarda hayat rehberimiz Kur’an yasaklandı. Camiler satıldı, kalanları ahır yapıldı, depo haline getirildi.
Devrim adına;
20 milyon metrekarelik topraklarımızdan vazgeçtik,
Ezandan, Kuran’dan ve Cami den vazgeçtik,
Alfabemizden vazgeçtik,
Kılık ve kıyafetlerimizden vazgeçtik,
Sarıktan, Sakaldan, Başörtüsünden vazgeçtik,
Kültürümüzden – geleneklerimizden vazgeçtik,
İslamı ve müslümanı hatırlatan ne varsa, her şeyimizden Devrim adına vazgeçtik ama, onlar, İslama ve Müslümanlara olan kinlerinden hiçbir zaman vazgeçmediler.
Ellerindeki tüm güçleri ile saldırdılar, yok saydılar ve müslümanı adam yerine koymadılar...
Yıllarca Başörtüsü topluma tehlike olarak gösterildi.
Dindarlık ‘İrtica’, Müslüman ‘Mürteci’ oldu despotların gözünde.
Toplumun büyük bir kesimini oluşturan, gerekirse din, vatan ve namus uğrunda canlarını verebilecek vatansever insanlar devletin kademelerinde hep ikinci sınıf insan muamelesi gördü.
Dindar ve mütedeyyin insanlar horlandı.
Başörtüleriyle horlandı,
Bıyığıyla horlandı,
Sakalıyla horlandı,
Yüzüğüyle horlandı…
                Milletimizin büyük bir kesimi yıllarca 'devlet' tarafından ilgilenilmedi, aşağılandı, ötekileştirildi, acı çektirildi, daha doğrusu 'adam yerine' konulmadı!
                Kurumlarımız, siyasetimiz, askerimiz, sivilimiz, bürokrasimiz ve sermayemiz, Anadaolu'yu ve insanını hatırlamadı!...
                90 yıl boyunca çekilen çilenin ardından, dökülen göz yaşının ardından, Muhterem Başbakan tarafından takdim edilen ‘Demokratikleşme Paketiyle’ millet olarak birazcık ta olsa nefes alabilmenin bahtiyarlığına eriştik.
Koskoca imparatorluğu yıkarak yerine kurdukları rejim, kendi insanını ‘şu cu, bu cu’ yaparak, ufacık lokmalarla yutulacak hale getirdi. Yetmedi; Kürt'ten düşman, dindardan ‘mürteci’, çalışarak helalinden para kazanmaya çalışan Anadolu insanından ‘yeşil sermaye’, başında örtüsüyle okumak isteyen kız çocuğundan ‘rejim düşmanı’ çıkardı!
90 yıl boyunca Devleti dönüştürüp, Milleti dönüştüremeyenler üzülsede, İslama ve müslümana olan kinlerinden dolayı parmaklarını ısırsalarda, yıllarca korumaya çalıştıkları düzenin bir paketle çatırdamasına, yıkılmasına ve başlarına geçmesine mani olamayacaklar.
14 yıl evvel bu Milletin Meclisinden ‘Başörtüsü’nü kovdunuzda başınız göğemi erdi.
Bu ülkenin okullarından, üniversitelerinden ‘Başörtülüyü’ kovunca, uzaya füzemi gönderdiniz.
Avrupanın 1950’lerde kullandığı duble yolları biz onlardan 60 yıl sonra kullanabildik.
90 yıl bu ülke insanının yüreğindeki İmanıyla harp etmeseydiniz, bu gün yerli araba üretecek ‘babayiğit’ aranmayacaktı.
Siz egemen güçler; yıllarca bu milletin örtüsüyle, bu milletin ezanıyla uğraşırsanız;
Yıllar sonra da olsa bu gün bir ‘BABAYİĞİT’ çıkar, sizin yıllarca yaptığınız zulümlerinizi bir paketle tarihin çöp sepetine atar.
Geçmişte yapılan devrimler, özgürlükleri ortadan kaldırma adına yapılıyordu,
Bu gün yapılan devrimler, özgürlükleri yeniden yaşanır hale getirmek için yapılıyor.
Başbakan Erdoğan tarafından  ilan edilen ‘Demokratikleşme Paketinde’ ki iki madde, geçmişte parti kapatma davalarına delil olarak kabul ediliyordu.
Sözün burasında yakın geçmişten iki derkenar arzetmek isterim;
-1994 Bingöl mitinginde Merhum Erbakan; "Bu ülkenin evlatları asırlar boyu mektebe başlarken, besmeleyle başlar. Siz geldiniz, bu besmeleyi kaldırdınız. Ne koydunuz yerine, 'Türküm, doğruyum, çalışkanım.' Sen bunu söyleyince, öbür taraftan da Kürt kökenli bir Müslüman evladı, 'ben de Kürtüm, daha doğruyum, daha çalışkanım' deme hakkına sahiptir" dediği için, Vur'al(!) Savaş tarafından, Bingöl Konuşması iddianemeye konularak, Merhum Erbakan'ın partisi kapatıldı, kendisi de 5 yıl siyasi yasaklı oldu.
-1999 seçimlerinde bu milletin oylarıyla seçilmiş, Meclisine Vekil olarak giren Merve Kavakçı'ya başındaki örtüden dolayı hem yemin ettirilmedi, hem de Vur'al(!) Savaş tarafından partisi Fazilet Partisine kapatma davası açıldı. Dava neticesinde hem parti kapatıldı, hem Kavakçı siyasi yasaklı oldu...
Şimdi Demokratikleşme Paketiyle; 90 yıl boyunca, bu milletin evlatları ilk defa 'adam' yerine konuluyor.
Çekilen çilelerin,
Dökülen gözyaşlarının,
Gaspedilen özgürlüklerin,
Çalınan yılların,
Kaybolan umutların,
Yıkılan hayallerin yüreklerde açtığı yaralar, paket vesilesiyle sarılmış olacak inşaallah…
‘Başörtülüler Arabistan’a gitsin’ ifadesinin açtığı yara, ‘Kamu da Başörtüsüne özgürlük…’ ifadesi ile sarılacaktır umudundayız.
Muhterem Başbakan Türkiye'ye yeniden bi format attı.
Demokratikleşme Paketi ile devlet ile milleti arasındaki kalın duvarlardan birini kaldırarak, devlet ile milletin barışması için en büyük adımlardan birini atmış oldu.
Bu şerefli millet, 90 yıllık despotizmin despotlarını da unutmayacak, Recep Tayyip Erdoğan’ı da asla unutmayacaktır...
Demokratikleşme paketi, geçmişten günümüze tüm ezberleri bozarak hem kurulu düzeni ve sistemi yıkacak, hem de oluşturdukları psikolojik duvarları yerle bir edecektir.

Zira özgürlükler Devlet için değildir, esasında özgürlükler Millet içindir vesselam...

02 Ekim 2013
mus@bhy