Translate

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Lozan zaferi(!)



Lozanın seneyi devriyesinde,  90 yıl sonrasında aldıklarımızla verdiklerimizi önümüze koyduğumuzda görüyoruz ki; hakkımız olanları dahi almamışız. Lozan öncesi 1915 yılında bu millet ‘Kurtuluş Savaşıyla’ kurtuldu, lakin savaşın galibi olaran milletimizi, zaferin üzerinden 8 yıl geçtikten sonra savaş olmadan, top-tüfek kullanılmadan 20 milyon metrekarelik toprak parçasını, Lozan’da 783 bin metrekareye razı ederek masadan kaldırmışlardır.
-1915 te Yunanı denize döktük, ama aynı Yunana Lozan’da Kıbrısı, burnumuz dibinde Trakya’yı verdik.
-Ege'de Bozcaada ve İmroz adaları dışında kalan 12 adaları İtalya'ya bıraktık,
-Lozan’da Musul-Kerkük'ü  İngilizlere terk ettik,
-Boğazlardaki kullanım haklarımızın tümünden Lozan’da vazgeçtik.
-İngilizlere sipariş ettiğimiz, parasını da nakit ödediğimiz Savaş Gemilerimize İngilizler el koymuş, Lozanla birlikte gemilerimizde İngilizlerde kalmıştır.
Liste epeyce uzayabilir, gel gör ki, sadece vermişisiz. 
Lozan görüşmelerinin baş mimarı İ.İnönü’nün ifadesiyle; “Verilebilecek her şeyi verdik.”

Kurtuluş savaşının galibi bi millet, Lozan'da bu kadar tavizi nasıl verir? 
Sonrada utanmadan kendi satışlarını gizlemek adına, 'Vatan toprağını Vahdettin sattı' iftirasını atıp, bunu da nesillere Tarih diye nasıl okuttular...

Lozan'da, ihanetin antlaşması yapıldığını 1923 ten günümüze geçen süreçte çok net görebiliyoruz. Zira, İstanbul Hahambaşı Yahudi Hayim Naum, antlaşma masasında bulunan taraflara; "Siz Türkiye'nin mülki tamamiyetini kabul edin. Onlara ben, İslamiyeti ve İslami temsilciliklerini, ayaklar altında çiğnetmeyi taahüt ediyorum..." dedikten sonra ki süreçte, 90 yıldır bu ülke, Hayim Naum plan ve projeleri doğrultusunda idare edildiği görülür. 

90 yıl öncesinde almadan vermeler olmuş bu memlekette,
Geçmişte bunlar hiç olmamış gibi, o günkü verenlerin bu günkü temsilcileri ağızlarını açtıklarında, ‘Diktatör Tayyip’ diyerek, kendi satışlarının unutulduğunu zannediyorlar.

-1915 Kurtuluş Savaşıyla kurtulduktan(!) sonra, 1925'e kadar  bu milletin İnandığı, İman ettiği ‘Din’ ile arasını açan zihniyetin,
-Ümmeti başsız bırakma adına, Hilafeti kaldıran zihniyetin,
-Devrim yapmak adına, milletin tüm değerlerini deviren zihniyetin,
-Ümmetin istiklal ve bağımsızlık sembolü Ezanı Latince okutan zihniyetin bu günkü temsilcilerinin, ‘Diktatör Tayyip’ demeye hakları yoktur.
Tayyip Beyin diktatör olabilmesi için, Lozan’da olduğu gibi kazanılmış tüm hakları Emperyalistlere hediye etmesi, böylesi bi anlaşmaya da Zafer demesi lazım gelirdi.
Tayyip Beyin diktatör olabilmesi için, her sokak başına heykelini diktirmesi lazım gelirdi.
Tayyip Beyin diktatör olabilmesi için, 20 milyonmetrekarelik Vatan toprağını emperyalistlerle bölüşerek, 783 bin metrekareye razı olması lazım gelirdi.
Satışların ve devrimlerin üzerinden 100 yıl geçtikten sonra, 2023 e kadar  bu şerefli millet, yeni bir devrimle, yeni bir istikamet üzere yol bulup hedefine varacaktır. 100 yıldır durduğumuz yeri terk edip, Dünyanın efendilerine söyleyecek sözümüzü  yeniden söyleyeceğiz.
Zira, bizleri bekleyenler var,
Myanmar'da, Arakan'da bekleyenler var,
Doğu Türkistan'da, Pakistan'da, Afganistan'da bekleyenler var,  
Mısır'da, Suriye'de, Bağdat'ta bekleyenler var,
Filistin'de, Gazze'de beleyenler var, 
Tüm Ortadoğu Coğrafyası, Yeryüzünün tüm mazlumları, 
Lozan'ın 100.yılı 2023'ü ve bizi beklemekte...
Beklenen muştu, 2023 muştusu!...




24 Temmuz 2013
mus@bhy

20 Temmuz 2013 Cumartesi

KURTULUŞ SAVAŞIYLA KURTULDUK MU?

Kurtuluş Savaşı hakikatte yapıldı mı?
Yoksa bizlere ve nesillerimize onlarca yıl okutulan Resmi Tarih sadece hikayeden mi ibaretti.
Gerçekte ‘Kurtuluş Savaşı’yla kurtulduk mu?
Ya da 98 yıldır neden ‘kurtulduğumuzu’ zannettik?
Millet olarak bu hakikatleri bilmeye, yeniden hatırlamaya mecburuz.
98 yıl evvel,  bu topraklarda yedi düvele karşı verilmiş bir ‘Kurtuluş Savaşı’yla yönümüzü Batıya dönerek kurtuluşa erecektik. Yeniden dünyanın muasır medeniyet seviyesinde zirvede olacaktık. 98 yıl önce başlatılan ‘Kurtuluş Mücadelesiyle’ nelerimizi kaybettik, yada kazandıklarımızla muasır medeniyet yarışında, millet olarak hedeflerimize ulaşabildik mi? ‘Kurtuluş Savaşı’yla kazanılan zaferle(!) süper güç iddiamız bi anlam kazandı mı? 90 yıldır nesillerimize Resmi Tarih diye okutulan Kurtuluş Savaşı, hakikatte zafer mi? Yoksa kaybettiklerimizi gördükten sonra bir yutturmadan mı ibaretti…
98 yıl öncesine kadar, bu toprakların gerçek sahipleri olan ecdadımız, İslamın emirlerine ve yasaklarına göre hayatlarını şekillendirir, inandıkları dine göre giyinir, yer ve içer,  İslam’a göre evlenir, İslam’a göre boşanırlardı. Yine İslamın yeryüzüne sunduğu hükümleri hayatlarının merkezine koyarlardı. Hukuki meselelerini İslamın Hukuk düzenine göre çözerlerdi. İslam’ın ilk emri ‘Oku’ emrini, ‘Ali topu at’ olarak anlamak yerine, ‘Oku’ emrini; ilim öğrenmek, öğrendikleriyle amel etmek, dünya yurdunu okudukları ilahi emirler doğrultusunda nizama sokmak olarak anlar ve algılardı.
Ecdadımız, yaşadıkları büyük bunalımlardan kurtulmanın çarelerini, yine İslam’ın yol haritalarıyla selamete çıkış yolları bulmuşlar, asla zalim olmayı tercih etmemişler, hiçbir an İslamın adaletinden vazgeçmemişler, bu şerefli milletin hiçbir kararının altına asla abdestsiz imzalarını koymamışlardır.
                Sonra ecdat bunları yaparken, birileri de bu milleti bu değerlerden ‘kurtarmanın’ hesabını yapmaktaydılar…
                Ecdat ile torunları arasını açmak için, ‘Kurtuluş Mücadelesi’ başlattılar, bu mücadeleyle bu milletin Tarihini, geçmişini yok saymanın çabası içerisine girdiler. ‘Kurtuluş Savaşı’ zafer(!)le neticelenince, millet geçmişini unuttu, ‘Kurtuluş Savaşıyla’ bu millet hafızasını kaybettiği gibi, yaşadıkları toprakların da büyük bir bölümünü kaybetti... Milletin siyasi, sosyal, kültürel, hukuki, ameli, tarihi, coğrafi ve hatta imani ve İslami hafızasını sildiler. Bu yüzden millet, ‘Kurtuluş Savaşı’ hikayesini hakikat zannetti.
Peki bize ‘Kurtuluş Savaşı’ diye yutturulan şey, aslında bir masaldan ibaretse, o halde ‘kurtulduğumuz şey’ nedir?
Osmanlı toprakları üç kıtada 20 milyon kilometrekareye ulaşmıştı. Koca imparatorluk yıkıldıktan sonra, 5 milyon kilometrekare toprak parçasına razı edilen milletimiz Sevr'de ikna edildikten sonra, Lozan'da masaya oturtulmak suretiyle, işgalciler tarafından çizilen Misak-ı Milli hudutlarımız 783 bin kilometrekare olarak belirlenmiş ve tapu tescillenmişti. 20 milyon metrekarerelik toprak parçasından 783 bin metrekare toprak parçasına...  Kurtulurken(!), yaklaşık olarak 19 milyon metrekarelik toprak parçasından da kurtulmuş olduk. Yani aslında kurtulmadık; bölündük, parçalandık, kolay yutulabilmek için ufak lokmalar yapıldık.
Şimdi zamanı 98 yıl geriye döndürmek mümkün olsa da, o gün ‘kurtarıcılarımız’(!) bizi kurtarmasalardı(!) da, işgal altına girseydik ne olurdu? O gün yedi düvel, geldiği gibi bu toprakları işgal etmiş olsalardı, ilk yapacakları neler olurdu?
-Ümmetin başını koparmak adına, Hilafet’i kaldırarak işe başlarlardı.  Siyasi gücüde içinde bulunduran hilafeti derhal kaldırırlardı.
-Sonra hemen eğitime müdahale eder, Kur’an eğitimini yok etmek adına, dede ile torun arasına büyük duvarlar örerek,  dillerini, tarihlerini ve kültürlerini yok etmek için, 1 gün önce ‘alim’ olanları, bir gece sonra harf devrimi yaparak ‘cahil’ bırakırlardı. Dilimiz, alfabemiz değişirdi, yerine Latin harflerini alfabe yaparlardı.
-Ümmetin İstiklal ve Bağımsızlık sembolü, Ezanımız yasaklanırdı.
-Kur’an hükümlerini hayattan uzaklaştırır, Kur’an’ı yasaklar, ayaklar altına alırlardı.
-İbadethanelerimiz camilerimiz yıkılır, satılır, elde kalanlarda ahır olarak kullanılırdı.
-Camileri ellerine geçirip oraya namaz kıldırma memurları koyup, Kur’an-daki İslamı değilde, kendi istedikleri İslamı din diye halka yuttururlardı.
-İslamın Eğitim Fakulteleri ‘Medreseleri’ kapatıp, onların yerine kendi ideolojik zehirlerini akıtan ‘köy enstitüleri’ misali eğitim kurumlarını bu ülkeye enjekte ederlerdi.
-Kılık kıyafet devrimi yapıp, her türlü kültürel asimilasyonla, ülkedeki insanları ‘Batının’ olan kendi giyim kuşamlarına zorlar, ve bu kurallara uymayanları asarlardı, keserlerdi, idam ederlerdi.
-Memleketin her köşesine sömürünün günümüzdeki adı olan faiz kurumlarını ‘Bankaları’ koyarlardı. (Hatta Hindistan müslümanlarının bu işgalden kurtulun yine dünya müslümanlarına ağabeylik yapın diye gönderdiği paralarla da İş Bankasını kurarlardı..)
-Ülkemizin kendi takvimi olan Hicri takvimi ortadan kaldırıp, bir kilise takvimi olan Gregoryan takvimi olan Miladi takvimini yürürlüğe koyarlardı.
-Bu topraklarda Kur'an-a dayalı ilahi  yasaları kaldırır, onun yerine Batıdan İsviçre’den Medeni Kanunu, Almanya’dan Ticaret Kanunlarını, İtalya’dan Ceza Kanunu ithal ederek, bu milletin fertlerine İsviçre Medeni hukukuna göre evlenmeyi ve boşanmayı, Almanya Ticaret hukukuna göre ticaret yapmayı, İtalya Ceza hukukuna göre cezalandırılmayı dayatırlardı.
-Haftalık tatili çoğunluk Müslüman için Cuma’yı değil de, azınlık Yahudi için Cumartesi, yine azınlık Hıristiyan için Pazarı haftalık tatil yaparlardı.  İş saatlerini ve eğitim saatlerini kendi ‘dini’ tatil günlerine göre ayarlarlardı. (Allah cc; “Ey Mü’minler! Cuma vaktinde, alış verişi, çalışmayı bırakın, Allah’ı zikre koşun” buyurduğu halde, İşgalcilerde Cuma vaktinde Müslümanları zevkle çalıştırırlardı.)
-Bu ülkenin ekonomisini kendilerine bağımlı kılar, kapitalizmin esaslarına göre ekonomik modeller geliştirerek, bu milletin alın terini sömürürlerdi.
-Kültürümüz, geleneğimiz terk edilirdi.
-Kadınlarımızın tesettürü açılır, kılığımız-kıyafetimiz yasaklanırdı.
-Ahlâkımız, sosyal yapımızı bozmak adına, bu cennet vatanda, edebinden dolayı burnunu göstermekten utanan bir milletin kızlarını ahlak ve namusundan uzaklaştırmak için, güzellik yarışmaları adı altında, müslümanın kızını Avrupanın ortasında çırıl çıplak soyduklarında, (Keriman Halis misali) Hıristiyanlığın İslam’a karşı zaferini kutlarlardı.
-Hem ahlaksızlık ve gayri meşru hayatın önünü açmak, hem de ‘Devlete gelir’ kapısı açmak adına Genelevleri açıp birileri kapatmasın diye de İçişleri Bakanlığına bağlarlardı.
-Batılı gibi olmayanı ‘yobaz',
Batılı gibi düşünmeyeni 'gerici',
Batılı gibi yaşamayanı 'barbar’ ilan ederlerdi.
-Bu topraklarda asırlarca aynı sofrada kavga etmeden lokmasını bölüşen, Türk-Kürt, Arap-Çerkez, Alevi-Sünni,  tüm etnik unsurları içinde barındıran Osmanlının içten içe kendisini eritmesi ve birbirine düşmesi için ‘Ulus Devlet’ fikrini yürürlüğe koyar, herkesi kendi alfabelerini kullanmaya, kendi dillerini kullanmaya zorlarlardı. Bu yolla yıllarca barış içerisinde kardeşler olarak yaşayan insanları birbirine düşürürlerdi.
-Kamusal alan dedikleri her yerde, okullar'da,  mecliste, mahkemede, baş örtüsünü yasaklarlardı.
-İslam tüm hükümleriyle, siyasal, sosyal, hukuki, iktisadi ve benzeri alanlarda hayattan uzaklaştırılırdı.
-Her alanı Allah'tan bağımsızlaştırırlar, Allah'ın emirlerinin etkisini her alandan kaldırmaya yürürler, insanlara Allah yokmuş gibi düşünmeyi öğretirlerdi.
-Batı kültürünü yaygınlaştırmak adına, dizileriyle, filimleri ile, İslam'ı kötülerler insanları müslüman kardeşlerinden ve tarihlerinden utanacak hale düşürürlerdi.
-Sevgililer günü, Analar günü, Babalar günü ve Yılbaşı gibi hıristiyan geleneklerini bu ülkeye enjekte eder, Yunanlı mitoloji tanrıcıkların günlerini bu ülkeye propoganda ve reklam ederlerdi.
-Her platformda, sokakta, dairede, okulda, mahkemede hatta bu milletin meclisinde, kürsülerde alenen Allah'ı inkar eden propagandalar ve konuşmalar yaparlardı.
-İslam Hukuku yerine Avrupalıların hukuku, İslami yaşantının yerine Avrupalıların yaşantısı getirilirdi. 
-Devlet Laikleştirilir, fertler dinsizleştirilirdi.
-Allah cc, Kuran’da müslümanlara ne emretti ise tersini yaparlardı. Yani İslam şeriatının her hükmüne harp ilan ederlerdi…
Bütün bunları İşgalciler yapmasın diyerek cepheye koştuk ‘Kurtuluş Savaşı’ yaptıkta, savaşın sonucu lehimize olduğu halde,  adına ‘devrim’ dedikleri zulümleri zafer gibi göstererek, kendi ellerimizle kendi değerlerimizi hızlı bir şekilde nasıl yıkabildik?
Bunun da adına nasıl ‘Kurtuluş Savaşı’ diyebildik?…
Bu ülkenin gerçek sahipleri dedelerimiz; bu memlekette bunlar yapılmasın, bu cennet vatanda namuslara namahrem eli uzanmasın, batının kokuşmuş medeniyeti, onların tarihi, onların kültürü, onların ahlaksızlıkları, onların soysuzlukları  bu cennet vatana sokulmasın diyerek şehadete koştular.
Memlekete ve milletin namusuna Antep’i Gazi yaparak, Maraş’ı da Kahraman yaparak sahip çıktılar…
Peki, ‘Kurtuluş Savaşıyla’ nelerden kurtulduk?
Hilafet’ten kurtulduk.
Kur’an-dan kurtulduk.
İslam hukukundan, İslam Şeriatından kurtulduk.
Kendi öz kültür ve geleneklerimizden kurtulduk.
Kılık kıyafetlerimizden kurtulduk.
Alfabemizden kurtulduk.
Ümmet şuurundan kurtulduk,
İslam kardeşliğinden, Ümmet birliğinden  kurtulduk.
İslam’dan kurtulduk!
Son asırda özelde milletimizin, genelde ümmetin çektiği sancıların ve sıkıntıların asıl sebebi, ‘Kurtuluş Savaşıyla’ kurtulduklarımız(!)dan dolayı, dertlerimize çareler bulmakta zorlanıyoruz…
1915 yılında Çanakkale geçilseydi bundan daha kötüsü olmayacaktı.
Demek ki işgalciler, zaten istediklerini almışlar, savaşın sonunda da bizleri galip ilan edip gitmişler…
Hakikatte, ‘Kurtuluş Savaşıyla’ kurtulduk mu?

Sahi, bunun neresi kurtuluş?

20 Temmuz 2013
mus@bhy





19 Temmuz 2013 Cuma

Osman Altuğ; Erbakan, Destan Yazan Bir Kahramandır

"Erbakan kalite demek, Erbakan toptan kalite demek, Erbakan kayıt demek, Erbakan kayıtlı ekonomi demek ve Erbakan, ekonomide son derece radikal kararları almaya yatkın güçlü, kuvvetli bir bilim adamı demek. Bizi buluşturan kısmı da bilim adamlığı vasfımızdı." Prof.Dr.Osman Altuğ



12 Temmuz 2013 Cuma

Adalet mi? Eşitlik mi?




       Bismillah…“Siz Allah için verirseniz, Allah onun yerine (daha iyisini) verir.” Sebe – 39

     Cenab-ı Hak, rızkı yeryüzüne, tüm kullarına ve tüm canlılara yetecek kadar indirmiştir. Çünkü ‘Rezzak’ olan, rızık veren O’dur. Yarattığı kulunun rızkını takdir eden, tayin eden kendisidir. Hangi kulunun ne kadar ne yiyeceğini, ne kadar ne içeceğini takdir eden kendisidir. Bunu şu şekilde anlamamak lazım tabi, her bir kulu aynı ölçülerde rızıkta eşitlemek değildir asıl olan.
     Onun içindir ki; bir kulun israf ettiği bir lokma, diğer bir kulun boğazından geçmesi gereken bir lokmadır.
     Onun içindir ki; bir kulun fazlası, diğer bir kulun eksiğidir.
  Onun içidir ki; birinin harcadığı fazlalık, ötekinin harcaması gerekirken harcayamadığı noksanlıktır.
     Yani varlıkla sınananlar, yoklukla sınananlarla paylaşmak zorundadırlar.
    Yeryüzünde ki insanlar, rızıklarını Allah’ın tayin ettiği şekilde bölüşselerdi, Allah’ın yeryüzüne indirdiği rızkı adil bir şekilde paylaşsalardı,  yeryüzünde bir tek aç, bir tek ihtiyaç sahibi kalmazdı.
     Beşeri sistemler insanların eşit rızık alması gerektiği hususunda sistemler geliştirdiler ama insanları fakirlikte eşitleme yoluna gittiler. İnsanlığın açlığına, yokluğuna, eşitsizliğine çare diyerek, adına ‘izm’ dedikleri, eşit paylaşım adına geliştirdikleri tüm yollar, insanları açlıktan kurtaramadı. Yokluktan kurtaramadı. Geliştirdikleri tüm ‘izm’ler insanlığın dertlerine çare olmaya yetmedi. Aç kalan toplumlar ahlaksızlaştı, imansızlaştı ve dinden uzaklaştı. İnsanlığa vadettikleri huzuru, sükûneti ve eşitliği tecelli ettiremediler ve 80 yıl sonra yıkılıp gittiler. Geride açlık bıraktılar, kan ve göz yaşı bıraktılar. Neticede geliştirdikleri bu ütopya hiç bir işe yaramadı.
     Eşitlik ile Adalet çok farklı şeylerdir. İnsanlığın dertlerini eşitlikle çözmeye kalkarak, adaleti sağlamış olmazsınız. Adaletin olmadığı her yerde de, her zaman zulüm olmuştur.
     Açlık zulümdür.
     Yokluk zulümdür.
     Adaletsiz bölüşüm zulümdür.
     Fakirin lokmasının küçüldüğü toplumlarda zulmün de boyutu büyümüştür hep. Ne kadar eşitlikten dem vurursanız vurun, adil olamadığınız müddetçe zalim olmaktan da kurtulamazsınız. Zengin olan kul, lokmasını fakirle bölüşmeli ki adaleti tecelli ettirdiğini ispat edebilsin. Zengin, fakire olan sevgisini ve şefkatini, bölüştüğü lokma ölçüsünde ispat edebilir. Aynı ölçüde de Fakirinde, zengin olana olan saygısı ve hürmeti artmış olur. Allah'ın zengin kuluna emanet  olarak verdiği rızkı, fakirle bölüşmüş olduğu toplumlarda, anarşi ve terör, hırsızlık ve arsızlık, huzursuzluk ve kaos, açlık ve yokluk asla kendisine  faaliyet alanı bulamaz.  Özellikle Müslümanların yaşadıkları topraklarda zulmün ortadan kalkması için, esasında yeryüzünde adaletin tecellisi için, İslamın getirdiği çözümden başka çare yoktur. İslamın servete bakışının temelinde, servete mülkiyet olarak değil, emanet olarak bakmak yatmaktadır. Bu şuuru temin ettiğimiz gün, insanlığın tüm sıkıntıları bitecektir. ‘Kazandığım servet benimdir’ diyen bir insana, israfı anlatamazsınız. Elinde bulunanları sahiplenenler, istediği gibi kullanırlar, yerler – içerler, alırlar – satarlar ve istedikleri gibi sarf ederler. Halbuki bize ait olduğunu sandığımız serveti, Allah emanet olarak vermiştir. Emanet olarak verilmiş olan serveti, insan istediği gibi harcama hakkına sahip değildir.  Her insanın eşit şekilde akla, gayrete, çabaya ve uzmanlığa sahip olmadıkları için, kendilerine emanet edilen servetlerinde eşit olmaması da Allah’ın kanunudur.
     Kendilerine emanet olarak verilmiş servetlerine ‘benimdir’ diyenler, aslında servetlerine teslim olmuş insanlardır. Hakikatte servetlerine ‘emanet’ olarak bakanlar, asıl emanete sahip olanlardır. O emanet olarak verilmiş servetlerini, Allah’ın rızasına uygun, O’nun razı olacağı şekilde harcamış olmakla, emanet edilen servete sahip çıkılmış olur.
     Allah’ın rızasını kazanmak için verilen her şey, emaneti, mülkiyete dönüştürür. Dünya yurdunda elimizde olanlar, bizler için emanettir, ama ahiret yurdu için yaptığımız çabaların karşılığı da mülkiyettir. Dolayısıyla, Cennet, aslında Allah’ın rızasını kazanabilmek için yaptıklarımızdır, verdiklerimizdir.
Allah’ın rızasını kazanabilme çabasıyla yapılan her bir amelin karşılığı muhakkak verilecektir.  O rızaya erebilmek için, bu dünya yurdunda emanet edilen mallarınızı, mülkiyetinize geçirmek adına, bizde bulunanı, bulunmayanla bölüşmeliyiz ki, hayra doğru yol bulalım. Değilse, 'izm’lerle sağlandığı zannedilen eşitlik değildir insanı hayra götüren.
     Bismillah… “Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça tam hayra erişemezsiniz. Bu yolda her ne harcarsanız Allah onu bilir.” Al-i İmran – 107
     Adaletin tecellisi için sevdiği şeylerden verebilmeli insan…
     Eşitlik adına, ‘ben de olan sende de olsun’ diyerek insanlığı hayra yöneltmiş olamayız. 
     Müslüman, hayırda yarışandır. Kendisine emanet edilen serveti, servetin de Rabbının hoşuna gidecek şekilde harcayabilendir.
     Bu günlerimiz, bu anlarımız 'eşitliği' değil de, adaleti tecelli ettirme adına hayırda yarışmaya en büyük vesiledir.
     Bu şerefli ayın, her anını, rızıklarımızı paylaşmaya, lokmalarımızı bölüşmeye fırsat bilip; Allah'ın kullarına emanet rızıkları, fakirlerle paylaşma da yarış halinde olmalıyız. Özellikle ümmetin kendi içerisinde yaşadığı buhranlarından, sıkıntılarından, dar boğazlarından selamete çıkış yolu, bu yarıştan geçmektedir vesselam...

     04 Ramazan 1434
     mus@bhy


10 Temmuz 2013 Çarşamba

Hayatı Ramazanlaştırmak...


"Efendim, Müjdecim, Kurtarıcım, Peygamberim!
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim…"  nfk
Kur’an-a uymayan, Sünnete uymayan, tepilesi bi hayatı yaşamadan öte, bu sefil hayatın yaşanacağı cesaretini gösteren Müslümanlar…
     Kur’an-î bir hayatı yaşamanın güçlüğü bir yana, bir müslümana Kur’an-î hayatı anlatmanın, Müslümana İslamı anlatmanın güçlüğünü yaşıyoruz. Bir yandan, Allah’ı ve Resulünü çok sevdiği iddiasında bulunup, Allah ve Resulünden korktuğundan dem vurup, öte yandan iddiasının arkasında duramayıp, her türlü haysiyetsizliği, ölçüsüzlüğü, nefsi arzuları öne çıkararak, bir var oluş garantisi sağlama çabasıyla hayatını bi ölçüsüzlüğe doğru sürüklemenin gayreti içerisinde olamaz Müslüman… Dünya hayatındaki makamlarını ve mevkilerini yitirmekten korktukları için, bu korkularını kalplerindeki Allah korkusunu bastıracak kadar büyüttükleri için sefil bi hayatı yaşayamaz Müslüman...
Bizler, insan olmanın, Müslüman doğmanın, Müslüman kalabilmenin ve Rabbının huzuruna Müslüman olarak varabilmenin hesabını yapabilmenin gayretiyle, nefsi arzularımızı, apaçık indirilmiş Kur’an-a göre ölçülendiren olmalıyız. Kişisel nazariyelerle, nefsimizin arzularına göre taktikler geliştirip, kendimize göre ruhsatlar çıkararak düzenleyemeyiz hayatımızı.
Kur’an-ı Kerim deki emir ve yasakları görmezden gelmek, namazsız, oruçsuz, zekatsız bi hayatın yaşanması, aptallığın da üzerinde bir cüretkârlık sayılmazmı? Ortalama 60-70 yıllık yaşanacak sefil bi hayat için, Ahiret hayatının hesabını yapamayanlar, aptallığında üzerinde bir yok oluşun ifadesi değilmidir?
Sizlere açık bi teklif, hazır fırsat gelmişken; Ayların efendisi, Rahmet, Bereket ve Affedilme ayı, Ramazan-ı Şerifi fırsata çevirerek, Rabbımıza olan sevgimizi ve korkumuzu, Resulüne olan sevdamızı, Ramazan ayına hapsetme anlayışından kurtararak “bu sefil hayatımızı Ramazanlaştırmanın” gayreti içinde olmalıyız. Ölçülerimizi değiştirelim, hayatımızın ölçüsü, kurtarıcısı, Kur’an-î ve Peygamberî bi hayat olmalı. Üstadın ifadesiyle, Kur’an-a uymayan ölçüleri, ölçüsüzlük kabul edip nasıl reddetmişse, Peygambere uymayan ölçüleri, ölçüsüzlük kabul edip nasıl terk etmişse, bizlerde, çıkmış olduğumuz bu ramazan yolculuğunda, hayatımızı tüm dünyevi ölçüsüzlüklerden arındırıp, bu rezil hayatı tepip, bu sefilliği terk edip, hayatımızı, ömrümüzü Ramazanlaştırmanın şerefini yaşamalıyız.
Ramazan yolculuğu kutlu bir yolculuktur. Bir ay boyunca, hem bedenimizin hemde irademizin mükemmel bir kulluk için test edileceği; Mazeretlerimizi, gerekçelerimizi kendi ellerimizle imha edeceğimiz bi mübarek zaman dilimindeyiz. Ramazan ayı boyunca öne çıkardığımız, namazlarımızı, oruçlarımızı, sahurumuzu, iftarımızı, takvamızı, diğer aylarda da öne çıkarmamız gerektiği şuurunda olacağımız bi eğitim ayı olarak görmeliyiz. Bu ay da bize lazım olacak kulluk, diğer aylarda da bizim vazgeçilmezlerimizden olacağı eğitimi aldığımız bi mübarek aydır. Kulluk imtihanı sadece bir ay için değil, bir ömür içindir. Sabrımız, Şükrümüz ve amellerimiz kesintisiz ve istikrarlı olmalıdır. Amellerin sadece bir ay için olanı değil, devamlı olanı hayırlıdır.
Ömrümüzün, tüm günleri Ramazan günleri gibi olmalı; 
Tüm geceleri, Ramazan geceleri gibi olmalı; 
Kur’an-la irtibatımız, ömrümüzün tüm zamanlarında, Ramazandaki gibi olmalı; 
Dua ve zikirlerimizdeki samimiyet bi ömür devam etmeli; 
Ramazan da malını, lokmasını, vaktini bölüşenler, Şevval de de bölüşmeyi, aynı ölçüleri  devam ettirmelidir; 
Yolculuğun sonunda, mağfiret olmanın, affedilmenin bayramıyla birlikte, yeniden Ramazan öncesine dönmemeliyiz. Bayram, oruçtan kurtulduğumuz için değil, mağfirete erdiğimizedir.
Az yiyip, az uyuyup, çok amel edelim,
Hayatımızı Ramazanlaştıranlardan olalım.
Ölçü bu,
Hayat bu,
Ölçüsüzlükle Kendinden geçip, Kur’anî ölçüyle kendine gelme bu,
Namazlarımız daim olsun,
Oruçlarımız daim olsun,
Kulluğumuz daim olsun,
Sabrımız, Şükrümüz, Amellerimiz daim olsun,
Duamız, Zikrimiz, Niyazımız daim olsun,
Allah bizimle olsun… 


02 Ramazan 1434
mus@bhy

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Ramazan-ı Şerif


Bir yıl içerisinde, bölüşmeye, heyecana, hayra, iyiliğe, tevbeye, berekete tahsis edilmiş bir aylık yürüyüşün başındayız.
Yürüyüş boyunca Helallerimizden bile vazgeçebilecek bir iradeyi kuşanarak,
Rabbe kul olmanın hazzını yaşayacağız.
Bu yürüyüş;
Sabrımızın ve Şükrümüzün test edileceği,
Nefislerimizi terbiye edip, imanın kontrolündeki aklın emrine alarak akl-ı selim ile hareket edeceğimiz,
Servet ve makamların emanet olduğunu hatırladığımız,
Kibir ve gururlanmanın sadece kulu küçük düşüreceğini öğreneceğimiz,
Tek bir nefese, bir damla suya ve bir dilim ekmeğe muhtaç aciz bir varlık olduğumuzu yeniden hatırladığımız zaman dilimindeyiz...
Oruçlu iken düştüğümüz halsiz, takatsiz ve güçsüz durumumuzun,
Bize hâkimiyetin, gücün ve kuvvetin yaratılanlarda değil,
Yalnız Allah’ta olduğunu öğreten Ramazan-ı Şerifin her anı değişmemize,
Ömrümüzü  yeniden formatlamamıza,
Hayatımızı Ramazanlaştırmamıza vesile olsun…
Ramazan-ı Şerif, İslama ve Müslümanlara yapılan alçakça saldırıların ve darbelerin son bulmasına,
Ümmetin sıkıntılarından selamete çıkmasına vesile olsun.
Bu kutlu vakitlerin Hayrı, Rahmeti, Bereketi, Mağfireti, Sizlerin ve bizlerin üzerine olsun...
Selam ve hürmet,
Dua ve muhabbetle efendim…

2 Temmuz 2013 Salı

Taksim'de yapamadıklarını,Tahrir’de deniyorlar…


Tahrir, 1 yıl öncesinde 40 yıllık diktatörlüğün yıkıldığı meydan,
Diktatör Mübarek'in 40 yıllık düzeninin yerle bir edilip, 'Anayasamız Kur'andır' diyen Mursî'nin Cumhurbaşkanı olduğu meydandır Tahrir...
1 ay boyunca Taksim, Tahrir oldu diyenler; 
Taksim’i, Tahrir'e benzetemediler ama, şimdi Tahrir’i Taksim’e benzettiler...
Taksim’de "Tayyip istifa" diye bağıran ses ile,
Tahrir’de "Mursî istifa" diye bağıran ses aynı ses…

Batılı emperyalistlerin numaralarından bir yenisi daha tezgahlanmakta Tahrir’de…
Bu Batı mütecavizdir,
Bu Batı zalimdir,
İstedikleri olmayınca, seçilmiş iktidarlara karşı, "özgürlük istiyoruz" sloganıyla milleti sokaklara dökmek için her türlü hainliği yaparlar…
‘Mursî istifa’ diyerek Tahrir’den dünyaya seslenenler, hadi Mursi'yi devirdiniz, başa geldiniz, bugün size gaz verenler yarın aynı tezgahı size kurmaz mı?
1 yıllık iktidarında Mursî, hangi yolsuzluğu yapmıştır?
Zalim Esed misali  top ve tüfekle halkını mı bombaladı?
Milletinden ayrı bi hayat mı yaşadı?
1 yılda Diktatör olmak için ne yaptı?

40 yıllık Mübarek diktatörlüğüne bütün kainat şahitlik ederken, 40 yılda bir gün olsun Mübarek için, ‘Diktatör istifa’ diye sokağa çıkmayanlar,
Mısır halkının %52 oy verdiği Mursî’nin 1 yıllık iktidarına ‘diktatörlük’ yakıştırmak, ancak CNN  misali sahtekarlara has bi durumdur…

Suriye’de 30 yıl Baba Esed, son 2 yıldan buyana oğul Esed tarafından, kendi halkı, kendi top ve tüfeğiyle yok edilirken, asıl Zalim ve Diktatör Esed’in,  kendi milletini tarihten silmesine izin (!) verilirken,
Dikkatleri önce Taksim meydanına yönlendirip, görüntü ve provakasyonlarla ‘Tayyip İstifa’ diye bağırtmak, Taksim’den istediğini alamayınca yeniden Tahrir’e dönüp, 1 yıllık Cumhurbaşkanı Mursî’yi, dünyaya ‘Dikatatör’ ilan etmek, CNN’in sahtekarlıklarını ispat etmeye yetmez mi?
CNN;  niye Türkiye’de Tayyip beyi , neden Mısır’da Mursî'yi ‘Diktatör’ ilan etti?
Türkiye ve Mısır bölgede gücü eline geçirirse (ki, tüm hesaplar o yöne doğru gitmekte), yeryüzünde paranın efendilerinin Orta Doğuda yıllardır sürdürdükleri sömürü düzenleri bitecektir.

40 yıllık Mübarek diktatörlüğünün yıkımı 1 yıl da tamir edilebilir mi de, 1 yıllık iktidara ‘özgürlük istiyoruz’ sloganlarıyla muhtıralar veriliyor.

Peki, Türkiye’de Tayyip Erdoğan, Mısır’da Muhammed Mursî istifa edince, yerine kim gelecek?

Halbuki;
14 NİSAN 2012
Tahrir'de 700 bin kişi var.
Mübarek'e destek % 10.
Yabancı medya 12 kişi.
Günlerce aç olarak protesto ettiler.
4 ay Tahrir’den hiç ayrılmadılar.
Meydandakilerin % 90'ı işsiz.
Tamamı Mısır vatandaşı...

30 HAZİRAN 2013
Tahrir'de 300 bin kişi var.
Mursi'ye destek % 73.
Yabancı medya 263 kişi.
Mursi karşıtları kumanya ve Cola dağıttı.
Gece olunca eylemcilerin % 50'si evine gidiyor...
Meydandakilerin % 30'u işsiz..
% 15'i yabancı…

Tıpkı Taksim’de olduğu gibi, Tahrir’de de meydanlara inenler, kendi istedikleri için değil, CNN ve BBC istediği için meydanları doldurdular. Onların hesapları için ‘Diktatör istifa’ diye bağırtılıyorlar. Onların var oluş gayeleri, özellikle Müslümanların yaşadıkları topraklarda, huzur olmasın, sükûnet olmasın, kavga-kargaşa olsun ki, onlar da götüremediklerini o kargaşada götürebilsinler. Yeryüzünün başka bölgelerinde kargaşa-kaos yok ta, neden özellikle Müslümanların yaşadıkları topraklarda sıkıntıların ardı arkası kesilmez.
İşte bu ihanet planlarını bozmak için,  Türk  milleti Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Mısır halkı da Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî’nin dik duruşuyla, Küresel çetenin tüm planlarını tarihin çöp sepetine atacaktır.
Türk ve Orta Doğu coğrafyası, geçmişte olduğu gibi yeniden, Türk ve Kürdün, Arap ve Acemin kardeş olduğu barış ve esenlik yurdu olacaktır.
Tayyip Beyin ve Mursî’nin tüm çabaları ve gayretleri  yeni bir dünyayı inşa etmek, bu vesile ile bölge insanını, küresel çetenin sömürüsünden kurtaracak ve mazlumların rahat bir nefes alması için tüm adımları atacaklardır.
Artık, bu Coğrafya kan ve göz yaşına doydu,
Terör ve kavgaya doydu.
Bu topraklar yeniden selamet yurdu olacak. Küresel çete istemese de…

02 Temmuz 2013
mus@bhy