Translate
31 Aralık 2013 Salı
9 Aralık 2013 Pazartesi
30 Baron Devrede
Gezi Parkı’nda başlayan olaylar, Dolmabahçe Ofisi’ne girmeye kalkışmalar, tencereler-tavalar, kornalar, baronlar, teknedeki gizli görüşmeler, yalıtımlı salonlardaki derin toplantılar, biber ve portakal gazları, TOMA’lar, maskeler, çadırlar, coplar, sopalar, olaylardan önce revire çevrilen oteller ve açık açık oynanan oyun!
Sokakta yürüyen ve masum bir şekilde taleplerini dile getirenlerin elbette büyük fotoğrafı görmesi gerekmez!
Zaten karşıda öyle bir DEV KOALİSYON var ki isteseler de göremezler! Göstermezler!
Deniz Baykal’ın desteğiyle ve ORDUNUN arka durmasıyla yoluna devam eden ERDOĞAN bir anda laiklik karşıtı DİKTATÖR haline getirildi! Yani CHP liderinin görmediğini, ordunun ıskaladığını, Türk devletinin atladığını, birileri ne hikmetse görüyordu!
Bu imajı oturtmaya çalışan kimdi?
Amaç neydi?
* ABD: Wall Street Journal, USA Today, CNN, Chicago Tribune, New York Times, Boston Globe…
* İngiltere: BBC, Daily Mirror, The Guardian, The Times, The Telegraph, Financial Times, The İndependent, The Observer, The Sun…
* İtalya: İL Giornale, La Repubblica…
* Almanya: BİLD, ZDF, RTL, Allgemeine Zeitung, Die Welt, Frankfurt Zeitung…
* Fransa: Le Soir, Le Monde, Liberation, TF1, Le Figaro…
* İspanya: El Pais, ABC Spain…
* Rusya: Pravda, İzvestia…
* Çin: China Online…
* Japonya: Japan Times…
* Norveç: Dagbladet, Nationen…
* Danimarka: Politiken…
* Belçika: De Standaard…
Ve daha niceleri!
Ülkesi Irak’ta savaşırken 10 muhabir gönderen Amerikan CNN International televizyonu, 13 gazeteciyle Taksim Meydanı’nda! Çekirge zıplasa “yer yerinden oynuyor!” diye canlı yayın yapıyor! Sadece o mu?
Elbette hayır!
Yukarıda isimlerini saydığım ve sayamadığın onlarca medya kuruluşu işi gücü bırakıp, Erdoğan’a saldırıyor!
Gizli bir YAYIN YÖNETMENİ bütün gazete ve kanalları yönetiyor!
Peki, bu güç kim?
Zaten bu sorunun cevabını bilmediğiniz zaman laiklik için, hayat tarzınız için yürüdüğünüzü sanırsınız!
Oysa PARAYI, REKLAMI, BANKALARI, MEDYAYI, ALTINI, TELEKOMÜNİKASYONU, DEV SİLAH ŞİRKETLERİNİ, ULAŞIMI, İÇKİYİ, İLACI elinde tutan ve yer altında güçlerini birleştiren BARONLAR Türkiye’yi olduğu gibi dünyayı da yönetmek derdinde!
Ve gücü sınırsız insanların hedefinde sadece ve sadece Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı var!
Ondan kesinlikle ve de hemen kurtulmak istiyorlar!
Türkler’in adına karar veren, kendi ülkesinin çıkarlarını düşünen, ülkeyi büyütmek için çırpınan biri onlara göre değil! Kendileri dışarıdan, içerideki 30 PATRON da İSTANBUL’dan düğmeye bastı!
Londra’dan gelen emirle ayağa kalkan BARONLAR, sahibi oldukları bütün medya kuruluşlarında AYNI DİLLEyayına başladı:
Diktatör Erdoğan!
Cumhuriyet’i kuran İngiliz aklı ve gücüdür! O günden beri Londra, Amerika’daki kolunun da katkısıyla Türkiye’yi yönetiyor! Kabaca 750 milyar euro’ya yakın yatırımları ve varlıkları var! Sınırlarımız içindeki bu GÜÇ sebebiyle düne kadar istedikleri Başbakanı getirip götürdüler!
İstediklerini astılar, istediklerini alaşağı ettiler! Darbeleri, cuntaları, krizleri yaratıp ceplerini doldurdular! Bunu yaparlarken, hep medya ve asker-sivil bürokrasiden YANDAŞ buldular! “Demokrasi” diyerek 40 aileye ülkeyi peşkeş çektiler! Hep onlar kazandı, millet kaybetti!
Bir paket çorbayı marketten izinsiz aldığı için vatandaş 12 yıl ceza alırken, onlar deveyi hamuduyla götürdü! Hesap sormayı bırakın kimse çıkıp “Ne yapıyorsunuz!” diye bile soramadı!
Türk, askere gider ve ölürdü!
Onlar için ANADOLU’nun anlamı buydu!
Bu milletin çocukları KORE’ye ölmeye gidebilir ama PASAPORTLA yurt dışına çıkamazdı! Dünya onların dünyasıydı!
Tek taraflı bu hesap ULUSAL AMERİKA’nın 2001′de İKİZ KULELERE saldırmasıyla bozuldu!
Çünkü o, savaş ilanıydı! Amerika, World Trade Center’ı vurarak hem içindeki hem de Londra’daki BARONLARAsavaş açıyordu!
“Kanımızı emmeyin” diyordu! Bush’un başlattığı atak şimdi OBAMA ile daha yumuşak bir şekilde ve Türkiye’nin ortaklığıyla devam ediyordu!
Tabii Putin’in desteği de inkar edilemezdi!
Üç lider, yani Obama, Erdoğan ve Putin, DEV BARONLARA karşı cephe açtı! Onların ülkeleri parça pinçik etmesine karşı çıktı! Milli ve ulus devletlerin ayakta kalması için el sıkıştı!
Bu birlikle gaz ve petrol yollarının Ankara’nın eline geçmesi kararlaştırıldı!
Çünkü Türkiye’de 750 milyar euro’luk bir gücün sahibi olan Avrupa’nın dışlanması ve yenilmesi gerekiyordu!
Oysa Baronlar, Türkiye’yi avuçlarında tutarak hem Amerika’yı hem de Rusya’yı yıllarca köşeye sıkıştırmıştı!
Çünkü tahterevallinin tam ortasında Türkiye vardı!
Yeni Türkiye bu dengeyi bozmazsa büyüyemeyeceğini gördü!
Risk aldı! İçerideki “UR”u söküp atmak kolay değildi! 28 Şubat, Ergenekon ve Balyoz operasyonları bunun işaret fişeğiydi! Sıranın BARONLARA geleceği SIR değildi!
Ama Ankara vicdanlıydı! Onların zenginliği artarsa “susar” diye düşündü! Kazın ayağı öyle değildi!
Çünkü İngilizler var ettikleri insanlardan GÖREV beklerdi! Kimsenin Ankara ile uyumlu olma şansı yoktu!
Er ya da geç bu savaş çıkacak ve İstanbul’u kuşatacaktı!
Kraliçe’den madalya alan PATRONLAR en öndeydi!
GEZİ’de kendilerini saklama gereği duymuyorlardı! Bu İstanbul’un fethinden sonra TÜRKLER’in giriştiği en büyük mücadeleydi!
Suriye, Irak, İran, Kıbrıs, Avrupa ve içerisi dahil olmak üzere her yerden gelecekler!
Her PATRONA ROL dağıtıldı!
Onlar için de ölüm kalım mücadelesi!
Yani ortadaki kavga GEZİ’de ağaçlara sahip çıkan gençlerin duyguları kadar saf ve masum değil!
Onlar gibi giyinmeyen, onlarla oturup içmeyen, onlar gibi tatil yapmayan, onlar gibi parfüm kullanmayan, onlar gibi eş değiştirmeyen birinin gelip OYUNU bozmasını kabul edemiyorlar!
İstanbul’un ANADOLU’ya esir düşeceği hiç akıllarına gelmedi!
Ya onlar ya millet kazanacak!
Olay bu!
Gerisi teferruat!
NOT 1: SOL slogan atıp SERMAYENİN değirmenine su taşıyan arkadaşların ne düşündükleri gerçekten çok merak ediyorum!
NOT 2: ”Gezi’deki patronlar” deyince aklınıza Cem Boyner gelmesin! Benim kastettiklerimi görmeniz için oraya gitmeniz gerekir!
Gazeteler o fotoğrafları çekemez ve yayınlayamaz!
Şimdilik!
NOT 3: 30 patronun içinde maalesef muhafazakar isimler de vardı.
Gazeteci / ERGUN DİLER 13 HAZİRAN 2013
http://www.takvim.com.tr/Yazarlar/ergundiler/2013/06/13/30-baron-devrede
6 Aralık 2013 Cuma
ASKERE KÖK SÖKTÜRDÜK!
Osman Özsoy özetle demiş ki;
“Gülen Camiası’nın 28 Şubat’ta darbecilere yakın durduğu palavrasını ortaya atan güruha sesleniyorum.
Şimdiki gençler hatırlamayabilirler... 28 Şubat döneminde Samanyolu TV’nin ana haber bülteni durumundaki hafta içi her akşam 1.5 saat boyunca yayınlanan Haber Kritik programının yapım ve sunucusu, yani birinci derece ekran yüzü bendim. Programın Ankara ayağında da Haluk Örgün vardı.
Kimse karnından konuşmasın. (...) STV ekranlarında bizler, askeri vesayete çatır çatır kök söktürüyorduk... Tersini iddia eden ve bir örnek ortaya koyabilen densiz varsa çıksın ortaya, hakikat aynasında kendisini savurur, paçavraya çeviririm.”
Prof. Osman Özsoy’un “şahsına” ve “yaptığı programa” hiçbir sözüm yok... Yaptığı “Haber Kritik” programında; “Askeri vesayete çatır çatır kök söktürüyorduk” ifadesine de bir diyeceğim yok... Zira, o programları izleme imkânım olmadı.
Ne var ki;
“Gülen Camiası’nın 28 Şubat’ta darbecilere yakın durduğu” iddialarını “palavra” olarak nitelemesine itirazım var...
Tekrar ediyorum;
Prof. Osman Özsoy’un, “askeri vesayete çatır çatır karşı durması”yla ilgili sözüm yok... Ama, “Gülen Camiası”nın, özellikle de Fethullah Gülen Hocaefendi’nin “darbecilere karşı durması” ile ilgili ciddi kuşkularım var.
“Gülen Camiası’nın 28 Şubat’ta darbecilere yakın durduğu palavrasını ortaya atan güruha sesleniyorum.
Şimdiki gençler hatırlamayabilirler... 28 Şubat döneminde Samanyolu TV’nin ana haber bülteni durumundaki hafta içi her akşam 1.5 saat boyunca yayınlanan Haber Kritik programının yapım ve sunucusu, yani birinci derece ekran yüzü bendim. Programın Ankara ayağında da Haluk Örgün vardı.
Kimse karnından konuşmasın. (...) STV ekranlarında bizler, askeri vesayete çatır çatır kök söktürüyorduk... Tersini iddia eden ve bir örnek ortaya koyabilen densiz varsa çıksın ortaya, hakikat aynasında kendisini savurur, paçavraya çeviririm.”
Prof. Osman Özsoy’un “şahsına” ve “yaptığı programa” hiçbir sözüm yok... Yaptığı “Haber Kritik” programında; “Askeri vesayete çatır çatır kök söktürüyorduk” ifadesine de bir diyeceğim yok... Zira, o programları izleme imkânım olmadı.
Ne var ki;
“Gülen Camiası’nın 28 Şubat’ta darbecilere yakın durduğu” iddialarını “palavra” olarak nitelemesine itirazım var...
Tekrar ediyorum;
Prof. Osman Özsoy’un, “askeri vesayete çatır çatır karşı durması”yla ilgili sözüm yok... Ama, “Gülen Camiası”nın, özellikle de Fethullah Gülen Hocaefendi’nin “darbecilere karşı durması” ile ilgili ciddi kuşkularım var.
LAF BAŞKA, SAF BAŞKA!
Zira, benim bildiğim Hocaefendi, “darbecilere karşı durmak” yerine, onlarla “iyi geçindi” ve hatta onlara “övgüler” yağdırdı...
Kendisi, bugün; her ne kadar; “60 İhtilâli’nin tokadını, 70 darbesinin tekmesini, 80 darbesinin de çiftesini yedik... Hepsinden bir şey yedik... 1960, 1970, 1980 ve 28 Şubat’ta preslendim” dese de, “dünkü sözleri” pek de “tokat, tekme, çifte” yediğini göstermiyor...
Ağzından çıkan lâf başka,
Durduğu saf başka!..
Çünkü “belge”ler ortada...
Gelin, tek tek bakalım:
Kendisi, bugün; her ne kadar; “60 İhtilâli’nin tokadını, 70 darbesinin tekmesini, 80 darbesinin de çiftesini yedik... Hepsinden bir şey yedik... 1960, 1970, 1980 ve 28 Şubat’ta preslendim” dese de, “dünkü sözleri” pek de “tokat, tekme, çifte” yediğini göstermiyor...
Ağzından çıkan lâf başka,
Durduğu saf başka!..
Çünkü “belge”ler ortada...
Gelin, tek tek bakalım:
l 12 Eylül Darbesi’nden 15 ay önce Sızıntı dergisinin 5. sayısında “Asker” isimli makalesinde Hocaefendi; hem askere övgüler yağdırıyor hem darbeye davetiye çıkarıyor hem de askere selâm çakarak şu sözlerle bitiriyor yazısını:
“Tuğa selâm, sancağa selâm ve onu tutan yüce başa binlerce selâm…”
“Yüce baş”ın, darbenin komutanı Kenan Evren olduğunu hatırlatmaya gerek var mı?..
“Tuğa selâm, sancağa selâm ve onu tutan yüce başa binlerce selâm…”
“Yüce baş”ın, darbenin komutanı Kenan Evren olduğunu hatırlatmaya gerek var mı?..
l Darbenin bir ay sonrasında ise yine Sızıntı dergisinin Ekim sayısında “Son Karakol” adlı makalesinde darbeye alkış tutuyor ve darbecileri imdada yetişmiş Hızır’a benzeterek, “Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz” diyerek darbeye bağlılığını ilan ediyor.
l Zaman Gazetesi, 28 Şubat Darbe Konseyi’nin seçti(rdi)ği darbe hükümetini “Hayırlı Olsun” manşetiyle karşılıyor ve daha birinci günden hayra(!) yoruyor:
l Hüseyin Gülerce, 29 Şubat 2000 tarihli köşesinde 28 Şubat’ın her anlamda hayırlı olduğunu deklâre ediyor ve diyor ki;
“Şimdi biraz şaşırtıcı gelecek; ama böyle bir hengâmede 28 Şubat her iki bakımdan da yararlı oldu.
Hem içte ve dışta rahatlama sağlayacak olumlu değişimi hızlandırdı, hem de samimi, mazbut büyük İslami çoğunluk ile İslam adını lekeleyen, kullanan, yüce dinimizi vahşete alet etmek isteyen zavallıları ayırdı.”
“Şimdi biraz şaşırtıcı gelecek; ama böyle bir hengâmede 28 Şubat her iki bakımdan da yararlı oldu.
Hem içte ve dışta rahatlama sağlayacak olumlu değişimi hızlandırdı, hem de samimi, mazbut büyük İslami çoğunluk ile İslam adını lekeleyen, kullanan, yüce dinimizi vahşete alet etmek isteyen zavallıları ayırdı.”
DARBECİLERE ÖVGÜLER
Devam edelim mi?..
Son birkaç yıldır, 28 Şubat söz konusu olduğunda Gülen medyası, konjonktüre uygun olarak “28 Şubat postmodern darbesi”, “28 Şubat darbesi” veya “28 Şubat askeri müdahalesi” kavramlarını kullanmakta beis görmüyor... Oysa, Fethullah Hocaefendi; 28 Şubat sonrası kendisiyle yapılan röportajlarda; 28 Şubat kararlarına değil darbe, muhtıra dahi denemeyeceğini açık ve net bir şekilde ifade ediyor. 28 Şubat’ın en fazla bir tavsiyename olduğunu söyledikten sonra bunun “Milli Güvenlik Kurulu Sosyal Mutabakat Metni” şeklinde algılanması gerektiğinin ısrarla altını çizip, 28 Şubat’a muhtıra demenin askeri suçlamak olacağını vurguluyor...
Meselâ, diyor ki;
“Bu mukavelede ele alınan tavsiye kararlarını bu açıdan ben şahsen muhtıra şekliyle algılanmasını telif edemiyorum. Niçin bu işin üzerinde bu yorumlarla duruluyor, askeriye muhtıra verdi diye suçlanıyor? Ben bunu yanlış buluyorum.” (Samanyolu TV / Osman Özsoy ve Mim Kemal Öke İle / 29.03.1997)
Yine aynı dönemde “MGK kararları”nı dayatanların sorumluluk bilinciyle hareket ettiklerini, bu nedenle yaptıklarından dolayı masum olduklarını, hatta bu kararlara içtihat mantığıyla da yaklaşılabileceğini, isabet ettilerse iki sevap, etmedilerse bir sevap alacaklarını ifade ediyor...
Buyrun, o cümle:
“Müdahale etmediğimiz zaman tarih önünde suçlu oluruz, mülahazasıyla hareket ediliyorsa, meseleyi böyle algılıyorsa, bana göre onlar masumdurlar... Eğer işin içinde bir hata varsa bu içtihat hatasıdır... Hatta fakihlerin mülahazasıyla da yaklaşılabilir, içtihattaki hatalar bir sevap kazandırır, isabet olursa iki sevap kazandırır mülahazası.” (Kanal D / Yalçın Doğan’a Verdiği Mülâkat / 16.04.1997)
Daha sırada;
“28 Şubat’la uçurumdan geriye dönülmüştür!.. Asker, sivillerden daha demokrat!.. Asker; MGK’da insaflı ve demokratik bir tavır takındı... MGK anayasal bir kurumdur ve Anayasa’nın gereğini yapıyor!.. Askeri darbeler kimi zaman gereklidir!.. Asker muhtıra verdi deyip de askerin günahına girmeyin!.. Darbeler, hep kötü niyetli olmamıştır!.. Askerden yana hiç endişeniz olmasın!.. Asker, hiçbir zaman dindarlara karşı olmamıştır!.. Cumhurbaşkanı Demirel de sorumluluğunun bilincindedir” ifadeleri var ama bunlar “yazı” sınırını aşar, “belgesel” olur... Ben sadece, “arabaşlık”ları sundum... Gerekirse, “detay”ları da yayınlarım...
Söyleyin Allah aşkına;
Ağzından bu sözler çıkan bir Hocaefendi, hiç “darbelere karşı” olabilir mi?..
Durun, yine “takiyye” demeyin bana... Zira, bu kelime benim midemi bulandırıyor, hemen lavaboya koşup öğürüyorum...
Son birkaç yıldır, 28 Şubat söz konusu olduğunda Gülen medyası, konjonktüre uygun olarak “28 Şubat postmodern darbesi”, “28 Şubat darbesi” veya “28 Şubat askeri müdahalesi” kavramlarını kullanmakta beis görmüyor... Oysa, Fethullah Hocaefendi; 28 Şubat sonrası kendisiyle yapılan röportajlarda; 28 Şubat kararlarına değil darbe, muhtıra dahi denemeyeceğini açık ve net bir şekilde ifade ediyor. 28 Şubat’ın en fazla bir tavsiyename olduğunu söyledikten sonra bunun “Milli Güvenlik Kurulu Sosyal Mutabakat Metni” şeklinde algılanması gerektiğinin ısrarla altını çizip, 28 Şubat’a muhtıra demenin askeri suçlamak olacağını vurguluyor...
Meselâ, diyor ki;
“Bu mukavelede ele alınan tavsiye kararlarını bu açıdan ben şahsen muhtıra şekliyle algılanmasını telif edemiyorum. Niçin bu işin üzerinde bu yorumlarla duruluyor, askeriye muhtıra verdi diye suçlanıyor? Ben bunu yanlış buluyorum.” (Samanyolu TV / Osman Özsoy ve Mim Kemal Öke İle / 29.03.1997)
Yine aynı dönemde “MGK kararları”nı dayatanların sorumluluk bilinciyle hareket ettiklerini, bu nedenle yaptıklarından dolayı masum olduklarını, hatta bu kararlara içtihat mantığıyla da yaklaşılabileceğini, isabet ettilerse iki sevap, etmedilerse bir sevap alacaklarını ifade ediyor...
Buyrun, o cümle:
“Müdahale etmediğimiz zaman tarih önünde suçlu oluruz, mülahazasıyla hareket ediliyorsa, meseleyi böyle algılıyorsa, bana göre onlar masumdurlar... Eğer işin içinde bir hata varsa bu içtihat hatasıdır... Hatta fakihlerin mülahazasıyla da yaklaşılabilir, içtihattaki hatalar bir sevap kazandırır, isabet olursa iki sevap kazandırır mülahazası.” (Kanal D / Yalçın Doğan’a Verdiği Mülâkat / 16.04.1997)
Daha sırada;
“28 Şubat’la uçurumdan geriye dönülmüştür!.. Asker, sivillerden daha demokrat!.. Asker; MGK’da insaflı ve demokratik bir tavır takındı... MGK anayasal bir kurumdur ve Anayasa’nın gereğini yapıyor!.. Askeri darbeler kimi zaman gereklidir!.. Asker muhtıra verdi deyip de askerin günahına girmeyin!.. Darbeler, hep kötü niyetli olmamıştır!.. Askerden yana hiç endişeniz olmasın!.. Asker, hiçbir zaman dindarlara karşı olmamıştır!.. Cumhurbaşkanı Demirel de sorumluluğunun bilincindedir” ifadeleri var ama bunlar “yazı” sınırını aşar, “belgesel” olur... Ben sadece, “arabaşlık”ları sundum... Gerekirse, “detay”ları da yayınlarım...
Söyleyin Allah aşkına;
Ağzından bu sözler çıkan bir Hocaefendi, hiç “darbelere karşı” olabilir mi?..
Durun, yine “takiyye” demeyin bana... Zira, bu kelime benim midemi bulandırıyor, hemen lavaboya koşup öğürüyorum...
DARBECİBAŞI’NA ÖDÜL!
Her neyse... Şimdi de “çarpıcı bir örnek” verip; “Gülen Grubu darbenin yanında mı, karşısında mı?” sorularına açıklık kazandıralım...
Dönem, ülkenin üzerine “kara bir bulut” gibi çöken “28 Şubat” dönemi...
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sevenleri; kendisini kurtarmak için ne yapacağını şaşırmış vaziyettedir o dönemde... Darbecilerin gözüne gireceğim, onların hışmından kurtulacağım diye; darbe yapmış silahlı bir yapının başındaki isme “hoşgörü (!) ödülü” vermeye kalkıyor.
Fakat, kendisine “onur” bahşedilmek istenen general “hoşgörü ödülü”nü reddediyor, iyi mi?..
Nazlı Ilıcak’ın aktardığına göre;
“Alaaddin Kaya, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’ya, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın Yılın Hoşgörü Ödülü’nü vermek istediğini Çevik Bir’e söyledi. Bu talep de reddedildi.”
Darbenin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın hoşgörü ödülü teklifini reddetse de “Gülen hareketi”nin o müthiş azmini(!) kırmaya muvaffak olamaz.
“Madem darbenin komutanı ödülümüzü kabul etmedi, biz de bu ödülü Başkomutana veririz” derler ve başarılı da olurlur.
Başkomutan Süleyman Demirel, toplantıya katılmak ve ödülü almakla marjinal(!) düşüncelere bir mesaj vermiş(!) oluyordu o törende!..
27 Aralık 1997 tarihli Zaman gazetesi, “Demirel’e Şükran Plâketi’nin, Fethullah Hocaefendi tarafından takdim edildiğini” bildiriyordu...
Bu mu darbe karşıtlığı?..
Bu mu;
“Tokat, tekme, çifte ve preslenme?”
Dönem, ülkenin üzerine “kara bir bulut” gibi çöken “28 Şubat” dönemi...
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sevenleri; kendisini kurtarmak için ne yapacağını şaşırmış vaziyettedir o dönemde... Darbecilerin gözüne gireceğim, onların hışmından kurtulacağım diye; darbe yapmış silahlı bir yapının başındaki isme “hoşgörü (!) ödülü” vermeye kalkıyor.
Fakat, kendisine “onur” bahşedilmek istenen general “hoşgörü ödülü”nü reddediyor, iyi mi?..
Nazlı Ilıcak’ın aktardığına göre;
“Alaaddin Kaya, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’ya, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın Yılın Hoşgörü Ödülü’nü vermek istediğini Çevik Bir’e söyledi. Bu talep de reddedildi.”
Darbenin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın hoşgörü ödülü teklifini reddetse de “Gülen hareketi”nin o müthiş azmini(!) kırmaya muvaffak olamaz.
“Madem darbenin komutanı ödülümüzü kabul etmedi, biz de bu ödülü Başkomutana veririz” derler ve başarılı da olurlur.
Başkomutan Süleyman Demirel, toplantıya katılmak ve ödülü almakla marjinal(!) düşüncelere bir mesaj vermiş(!) oluyordu o törende!..
27 Aralık 1997 tarihli Zaman gazetesi, “Demirel’e Şükran Plâketi’nin, Fethullah Hocaefendi tarafından takdim edildiğini” bildiriyordu...
Bu mu darbe karşıtlığı?..
Bu mu;
“Tokat, tekme, çifte ve preslenme?”
Hasan Karakaya - Vakit
4 Aralık 2013 Çarşamba
ASIL MESELE ...
Gezi
saldırısında çapulcular; ‘mesele ağaç değil’ dediler,
Dershane
ayaklanmasında da Hizmet Hareketi; ‘mesele dershane değil’ dediler…
Şimdi asıl
yapılmak istenenin ne olduğunu, asıl mesele neymiş, Emre Uslu'dan okuyalım;
‘İlk olarak hükümetin, Türkiye'nin İsrail ile olan sorunlu ilişkileri Gülen
hareketi içindeki hoşnutsuzluğun kaynaklarından biri. Türkiye’nin İsrail ile
çatışma içinde olmaması gerektiğini düşünüyorlar. Çünkü Gülen hareketi İsrail
ile olan çatışmanın Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırdığını ve ülkeyi İran, Rusya
ve Ortadoğu’ya yakınlaştırdığını düşünüyor.’
Tespiti
yapan Emre Uslu, Todays Zaman’da özetle; 'Cemaat, Türkiye'nin İsrail ile
ilişkilerin bozulmasından rahatsız... Daha açık bir ifade ile, Cemaat, ABD ve
İsrail ile ortak hareket ediyor, Erdoğan bizim ortaklığımızı bozuyor...'
demekte.
İlişkileri
bozan taraf İsrail değilmiş sanki,
Yıllarca
Ortadoğuda dökülen kan ve gözyaşına vesile İsrail değilmiş sanki.
Bozulan
ilişkiler Hizmet Hareketini niye rahatsız eder ki?..
-29 Ocak
2009'da Davos'ta İsrail'e 'öldürmeyin' dendi, Cemaat rahatsız oldu.
-25 Mayıs
2010'da Mit'in başına getirilen Hakan Fidan'dan ilk rahatsız olan İsrail’di,
ikinci ise Cemaat oldu.
-31 Mayıs
2010'da, gayesi Gazze'ye sadece 'insanlık' götürmek olan Mavi Marmara gemisine
alçakça saldırı oldu, 9 vatan evladı şehit oldu. Cemaat, İsrail'in
alçaklığından rahatsız olmadı, Mavi Marmara gemisinden rahatsız oldu. Bu
olaydan dolayı İsrail'in özüründen sonra, Hizmet Hareketinin de özür dilemesi
gerekmez miydi?
Bölgede
İsrail'in hiç bir şeyinden yıllarca rahatsız olmayanlar, Türkiye yönünü
değiştirince, ayağındaki prangalarından kurtulunca Başbakanın her adımından da
rahatsız olmaya başladılar.
Hizmet Hareketi Türkiye'nin
İsrail ile bozulan ilişkilerinden dolayı rahatsız değillerdi sadece.
-Mit müsteşarı
Hakan Fidan’dan rahatsız oldular, rahatsızlığı gidermek için 7 Şubat 2012’de
operasyon yaptılar, olmadı.
-Gezi
saldırısında ön saftan ‘Tayyip istifa’ diye bağırdılar, olmadı.
-Ortadoğuda
İsrail’in hesaplarını bozan Ahmet Davutoğlu’ndan rahatsız oldular, ‘sıfır
sorundan, sıfır komşu’ manşetleriyle Davutoğlun’u itibarsızlaştırmak istediler,
olmadı.
-2010
referandumuyla ülkenin ve milletin önünde en büyük takozlardan olan Askeri
vesayetin boşalttığı boşluğu Hizmet Hareketi vesayeti ile doldurmak istediler,
olmadı.
-Verdikleri
oyun karşılığı olarak devletin anahtarını istediler, olmadı.
Bu
operasyonlarla Başbakan Erdoğan’a diz çöktürüp istedikleri olmayınca da, Gezi
saldırısı misali, Hizmet hareketi 'dershane' ayaklanması başlatarak
istediklerine ulaşacakları vehmine kapıldılar. Bunun böyle olduğunu hem
Geziciler hem de Dershaneciler de def'aten ifade ettiler. 'mesele ağaç değil'
ve 'mesele dershane değil' ifadeleri neyi örtmekte idi? 'Ağaçları kestirmeyiz'
diyerek saldırıya geçen Gezicilerle , 'Dershanemizi kapattırmayız' diyerek
ayaklanan Hizmet hareketi temelde, seçilmiş hükümetin düşürülmesini
istemekteydiler. Tüm planlarını, 'Erdoğan'sız Ak Parti..', hemen ardından 'Ak Partisiz
Türkiye’, üzerine yaparak hedeflerine ulaşmaya çalışacaklardı.
Bunun
hayata geçmesi için, sokakta birbirine selam vermeyen tüm gurupları son bir
yılda bir araya getirdiler. Geçmişte birbirlerine sövenler, birbirlerini
ihanetle suçlayanlar hükümete karşı aynı tarafta yer aldı. Ortak arzuları öce
‘Erdoğan’sız Ak Parti’, sonrasında ‘Ak Partisiz Türkiye’ idi. Son 300 yıldır bu topraklarda sürdürdükleri
emperyal stratejilerinin devamını engelleyecek Türkiye’nin etkin ve aktif
olmasına ve bölgede inisiyatifi ele geçirmesine asla izin veremezlerdi. Egemen
güçler istemese de ‘bölge halklarının Türkiye ve Başbakan Erdoğan’a karşı
duydukları aşırı muhabbet’ özellikle son 100 yıldır bölgeyi sömüren, bölge
insanını aç bırakıp perişan eden, hakları birbirine düşman edip 100 yıl
birbirleri ile kavga ettiren paranın efendilerini rahatsız etmekteydi.
Türkiye'nin
çıkışı ve durdurulmadığı takdirde bu gidişat küresel emperyal hesapları
bozacağı gibi, bölgenin petrol ve doğalgazı tamamen bu toprakların
sahiplerinin kontrolüne geçmesiyle de
çılgına dönmeleri kaçınılmazdı. Yıllarca Türk’ü Kürt’e düşman edip 100 yıl
kavga ettirenler, bize ‘Kürdistan’ kelimesini ağzımıza alınca ‘bölüneceğiz’
korkusu yaşattılar. Yıllarca ertelenen çözüm ve barışı sağlamak adına
başlatılan çözüm süreciyle Türk-Kürt barışmasını sabote etmek adına bölgede
ekonomik üstünlük Türkiye’nin eline geçmesini engellemek için, küresel güçlerin
yıllardır sömürdükleri Ortadoğunun enerji ve petrolünü Türkiye üzerinden
pazarlanmasını durdurmak için yerli görünümlü küresel bir koalisyon
oluşturdular.
Egemen
güçlerin bölgedeki hesap ve hedeflerine ulaşmaları için, 11 yıllık Ak Parti
iktidarının sonlandırılması gerekmekteydi. 2002’den bu yana 3 genel seçim, 2
yerel seçim ve 2 referandumla istediklerini elde edemeyenler, 2010
referandumuyla yeniden planlarını değiştirerek, CHP’yi yeniden dizayn ederek
işe başladılar. Başbakan Erdoğan’a ‘diktatör’ etiketi yapıştırarak
itibarsızlaştırmaya, akabinde karşısında ki parçalı siyasi ve sivil unsurları
bir araya getirmeye başladılar. 11 yıldır farklı yollarda yürüyen Hizmet
Hareketi ile CHP’yi aynı safta birleştirdiler. Bu iki hareketin 11 yıldır
birbirleri için ortaya koydukları ifade ve tezleri bir çırpıda örterek, aynı
ideal uğrunda ortak hareket etme kararı aldırdılar. Hizmet hareketi yayın
guruplarının 11 yıl boyunca CHP’nin 90 yıllık politikalarını ve Genel
Başkanının tüm siyasetini ‘vatana ihanet’ olarak takdim etmesi, karşılığında
CHP Genel Başkanı ve Milletvekillerinin, Hizmet hareketini hedef alan
emniyette, yargıda ve bir çok kurumda kadrolaşmalarını ‘F tipi çetesi’ olarak
millete şikayet etmesi de ‘Erdoğansız Ak Parti’ ve ‘Ak Partisiz Türkiye’
projesinde birlikte hareket etmelerini engellemeye yetmedi.
Hesaplarını
yaptılar ve Deniz Baykal’ı kenara iterek, Kemal Kılıçdaroğlu’nu yeni(!) CHP’nin
başına getirdiler. Kemal Kılıçdaroğlu’na
yükledikleri rol gereği, çıktığı tüm yurt dışı ziyaretlerde baronların istediği
mesajları veriyor, Başbakan Erdoğan’ın 11 yıl boyunca attığı tüm adımları
‘ihanetle’ suçluyordu. Zannetti ki, küresel güçler Erdoğan’ı indirip kendisini
işbaşına getirecekti.
Yıllarca
egemen güçlere çalışan, onların menfaat ve emelleri için var olanlar ve
‘Erdoğan’sız bir Türkiye’nin’ hayaliyle kendilerini avutanlar, Kılıçdaroğlu ile
beraber Gezi’de saf tuttular ve koro halinde hep bir ağızdan; ‘Diktatör Tayyip,
Tayyip istifa’ diyerek 20 gün boyunca bağırdılar. Erdoğan iktidardan düşmeyince
Gezi saldırısını Erdoğan’ı düşürmek için
ilk antreman olarak takdim ettiler.
Kılıçdaroğlu’nun,
Gezi saldırısında en fazla yakıp yıkan vandalların alınlarından öpmesi
‘Erdoğan’ı düşürmeye’ yetmemiş olacak ki, yaptığı yolsuzluktan dolayı Baykal
tarafından CHP’den ihraç edilen Mustafa Sarıgül’ü önce alnından öptürüp
ardından CHP-Sarıgül barışını hayata geçirmek adına Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinin
ağır topları ile Sarıgül’ü boğazda aynı sofrada bir araya getirdiler.
Erdoğan’ı
düşürmek için Gezi’de pusuya yatanların içerisinde, egemen güçlerin içerdeki
uzantıları, işbirlikçileri ve taşeronları geçen 6 aylık süreçte bir bir deşifre
oldular. Siyonist lobinin Türkiye Baronu Koç Holding’e ‘Erdoğan’ı düşürmek’
için baş rol verilmişti. Alt kadrosunda Hizmet Hareketi vardı. ‘Erdoğan’ı
düşürmek’ için Koç Holding ile Hizmet Hareketi aynı sofraya oturarak, Üstad
Necip Fazıl’ın lisanıyla; ‘Bugün bizdeki muhalefet, iktidarı düşürme şartıyla,
vatanı düşürmeye razı oldular,’ tam da bu günümüzü özetlemekteydi. Bu
sofradakilerin dünyalık beklentileri için gerekirse vatanın da düşmesi
gerekmekteydi. Siyonistlerin, küresel efendilerin, baronların bu ülke
topraklarındaki hain planlarını anlayabiliriz belki. Ama Hizmet Hareketinin seçilmiş
hükümete karşı aldıkları pozisyonu, egemenlerle beraberliklerini anlayabilmek
bizim gibi düşünenler için oldukça zordur.
Hizmet
hareketinin geçmiş siciline baktığımızda bu topraklarda yaşayan insanların
acılarını hafifletmek, sıkıntılarına çareler üretmek için hiçbir gayretinin
olmadığını görürüz. Onlar müslümanın fitresini toplar, zekatını toplar,
kurbanını toplar ve olimpiyatlarına sponsor oyunuyla Koç’lara aktarırlardı.
Onlar hep egemenlerle hareket etmişler, bu milletin alınterini sömürenlerle, sömürü
fark edilmesin diye milletin önüne takozları koyanlarla kol kola ve gönüle
gönüle olmuşlardır. Egemenlere gösterdikleri ‘hoş görülerini’ bu millet ve
temsilcilerinden hep esirgemişlerdir. Bütün bunlar olmamış gibi dershanelerin
dönüştürülmesini bahane ederek, asıl söylemek istediğini gizleyerek Hizmet
Hareketinin Hocasının; ‘Kolum kanadım kırıldı…’ sızlanmasıyla bizden hoş görü
beklemesi de tam bir aymazlıktır.
-Hizmet
Hareketi, Papa’ya, Merhum Ecevit’e, Demirel’e ve darbecilere gösterdiği ‘hoş
görüsünü’ 11 aylık Başbakanlığında Merhum Erbakan’dan esirgediğinde,
-Merhum
Erbakan’a, ‘Beceremediniz artık bırakın’ diyen manşetler atıldığında,
-Merhum
Erbakan’a söven darbeci alçaklara, ‘demokrat’ dendiğinde,
-‘Başörtüsü
furuattır’ fetvaları verildiğinde,
-‘Başörtüsüne
haddini bildiren’ merhum Ecevit için Allah’tan şefaat yetkisi istendiğinde,
-Mavi
Marmara gemisine İsrail’in yaptığı alçaklığı normal karşılayıp, zalime
‘otorite’ dendiğinde,
-Gezi
saldırısında bu milletin oylarıyla seçilmiş hükümeti düşürmek için pozisyon
alındığında,
-Hizmet
Hareketini bitirmek isteyenlerin planları bozulup, yargılanıp, ömür boyu hapse
mahkum edilmeleri karşısında, ‘yaşlı başlı adamların hesap vermeleri ciğerimi
yakıyor’ dendiğinde, bizim kırılan kollarımızı, paramparça edilen gönüllerimizi
hiç mi düşünmediniz?
Dünyanın
baş belası Siyonizmin tetikçisi İsrail’e duyduğunuz muhabbeti, gösterdiğiniz
ilgiyi, Papa’ya gösterdiğiniz hürmeti, darbecilere gönderdiğiniz tebrik ve
takdir mesajlarınızı gizleyerek, Ak partiye verdiğiniz desteğin karşılığında
’Gayri meşru bir muhabbetin tokadını yediğinizi mi’ ispat etmeye çalıştınız?
Kılıçdaroğlu’nun
Gezide saldıranların alınlarından öpmesi ‘Erdoğan’ı düşeremediği gibi,
Sarıgül’ünüzü alnından öpmesi ve Dershaneleriniz için ayaklanmanız ve alınlarınızdan
öpmesi de ‘Erdoğan’ı düşürmeye yetmeyecektir. Dershanelerinizin dönüşümü bahane
edilerek CHP'ye doğru şerit değiştirmeniz, yayın guruplarınızın idarecileri
Ekrem Dumanlı, Bülent Keneş, adınıza tetikçilik yapan Mehmet Baransu ve
diğerleri köşelerinde yazdıklarıyla, sosyal medyadan ‘diktatör’ saldırılarıyla,
asla ‘asıl meseleyi’ gizleyemeyecekler. Yerel seçimler öncesi içerisinde
olduğunuz yeni oluşumlar, planlar ve oyunlar, yaptığınız ‘Çaregül’ kahvaltıları
da kendi sevenleriniz tarafından karşılık görmeyecektir. Dumanlı, Keneş,
Baransu, Uslu ve diğerleri, sevenlerinizin oylarını bir çuvala doldurup yerel
seçimlerde CHP’nin seçim sandığına boşaltamayacaklar.
Sezai
Karakoç’un lisanıyla;
“Onlar
sanıyorlar ki; biz sussak mesele kalmayacak.
Halbuki biz
sussak tarih susmayacak.
Tarih
sussa, hakikat susmayacak…”
Hizmet
Hareketi yayın gurupları, idarecileri, yazarları ve çizerleri ‘Dershane
ayaklanmasıyla’ tarihi de, hakikati de susturamayacaklar.
Çatlasanız
da, patlasanız da, çıldırsanız da ‘bu toprakları yeniden bu toprakların
sahipleri yönetecektir’ ve bu toprakların sahipleri yeniden dünyanın efendisi
olacaktır...
Yaklaşan
yerel seçimlerde, bu millet Gezi’yle saldıranların, Dershaneyle ayaklananların
hesaplarını bozacak ve milletimiz hedeflerine Erdoğan’la emin adımlarla
yürümeye devam edecektir.
Geziciler ve Dershaneciler
istemese de, Financial Times'in ifadesiyle; 'Türkiye Washington’a baş
kaldırmaktan' asla vazgeçmeyecektir bilesiniz…
04 Aralık 2013
mus@bhy
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)